estambul tours ve islam savasları37

estambul tours ve islam savasları37

 estambul tours
 buıgün en güzel bilgileri yazan estambul tours dediki Hz. Ali’ye isnat edilen itikadı açıklamalara baktığımızd v rüşlerin Mu’tezile ve Ehl-i Sünnet kelâmına içerik önemli katkılarının olduğunu kabul etmemiz gerekmektediv Nitekim Hz. Ali’nin, Allab’ı tenzib etmeye yönelik kelâmın gelişmiş estambul tours atıf yapmıştır. Kısaca, Hz. Kfi\jt\sr nat edilen itikâdî/kelâmî nitelikli görüşler, Mütezile ve th-iSist net kelâmını hem yöntem hem de içerik olarak önemli o\(;Me\ıâa-lemiştir denilebilir.

dönemindeki yaklaşımları ile birlikte rildiğinde görülür ki, her iki bakış açısı arasında önemli 1er bulunmaktadır.Aynı tespit Hz. Ali’ye isnat edilen ve onun kader konusuudak:\\sj. cihlerini ifade eden haberler için de geçerlidir. HemMıitezilelıaHv^ Ehl-i Sünnet, kader telâkkilerini Hz. Ali’nin ilgili yaldaşmvhniaj. rine kurmuştur. Ehl-i Sünnet, iman-amel ilişkisini hel\t\etVea\ Ali’nin konuya ilişkin tercihine
Aslında Mutezile fırkası İslâmî akideleri bütün l«\üs\ümaık’ kabul ettiği şekilde kabul etmektedir. Ancak bu akide\em^’oı\ lanması ve anlaşılması noktasında bir takım ihtilâflaı oıhv maktadır.®^’’
Buraya kadar olan bölümde Galip Türcanm akadem\k(^ nın sonuçlarından bazı pasajlar yazdık. Ancak İslam âlvmlç tezile hakkında daha keskin görüşleri de mevcnlim zimll Hz. Ali yolunda aym anlayışla yürüdüğü bususundapc^ 1er vardır.
Mutezile fırkası beş noktada diğer Müsitffl rılmaktadır. Bunları sırayla zikredelim 1. Tevhid
Allahu Teâlâ’yı gerek sıfat ve gerekse zat bakı kabul etmek mânâsına gelen tevbid, bütün İslâmî
826 Eş^arî, Ebu’l-Hasan AU b. İsmail, Risâleluü-Esan ü
I^niınsenen bir esastır. Ancak Allah’ın sıfatlan konusunda Mutedile kendine has bir anlayışa sahiptir. Onlara göre Allah’ın sıfatları ,^rdır fakat zatından ayrı düşünülemezler ve hepsi O’nun zatında eiündemiçtir. Allahu Teâlâ için Alîm, Semi’, Basîr denilebilir fakat Q’nun Alîm, Semi’ gibi sıfatları vardır denilemez. Yine Mutezile’den pek çoğu Kur’ân-ı Kerim’in mahlûk olduğu görüşünü de savunmuşlardır. Bunun yanında “Allah’ı görmek, O’na cihet ve cisim isnad etmektir!” diyerek Allah’ı görmenin muhal olduğunu da eklemişlerdir.
Mutezile’ye göre, Cenab-ı Hak âdildir, kullarına asla zulmetmez. Binaenaleyh kullar, yaptıkları ihtiyarî fiilleri, Allah Teâlâ tarafından kendilerine verilen hür ve müstakil irade ile yaparlar. Bu fiillerin meydana gelişinde İlâhî bir müdahale bahis konusu değildir. Zira kulun fiili İlâhî irade ile vuku bulsaydı, kul, o fiili cebir altında yapmış olurdu. Bu takdirde ceza görmesi muhal olurdu.*^®
Bu görüşleriyle Mutezile, şerrin icadım şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkâtini Allah’a vermiyorlar. Dolayısıyla beşerin kendi ef âlinin halikı olduğunu ileri sürmüşlerdir. O dönemde onların bu görüşlerine başta Ehl-i Sünnet olmak üzere bir takım fırkalar cevap vermiştir.
Bediüzzaman Hazretleri de ‘halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer şerdir’ düsturunu koyarak Mutezile’nin şer bataklığına saplandığını ileri sürer.®^9
Mutezile bu görüşlerine bağlı olarak, “Kul için hayırlı ve elverişli olanı yaratmak Allah’a vaciptir. O’nun hikmeti kulların iyiliğine riayet etmeyi gerektirir!” derler.
Yine Bediüzzaman, Bakara Sûresi’nin 7. ayetinin* tefsirini yaparken, Ehl-i Sünnet’in sırat-ı müstakim üzere olduğunu, Ehl-i cebrin ifratta, Ehl-i itizâlin ise tefritte olduğunu söyler ve Mutezile’nin yanlışlarını
İkincisi: Her şeyin biri mülk, diğeri melekut, yani biri dış, geri iç olmak üzere iki ciheti vardır. Mülk ciheti, bazı şeylerde gü^ç], dir, bazı şeylerde de çirkin görünür; Aynanın arka yüzü gibi. Mefe. kut ciheti ise, her şeyde güzeldir ve şeffaftır; Aynanın dış yüzügibj Öyleyse, çirkin görünen şeyin yaratılışı, çirkin değildir, güzeldir. Ve aynı zamanda o gibi çirkinlerin yaratılışı, mehasini ikmâl içindir Öyleyse, çirkinin de bir nevi güzelliği vardır. Binaenaleyh, bu hususta Ehl-i î’tizâlin ‘Çirkin şeylerin halkı Allah’a ait değildir!’dedikleri safsataya mahal kalmadı.
Nazar-ı dikkatinize arz ettiğim şu esaslan tam mânâsıyla anladıktan sonra, şu mâruzâtımı da dinleyiniz.
Biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Ehl-i İ’tizâle karşı diyoruz ki: Abd, kesb denilen masdardan neş’et eden, hâsıl-ı bUmasdarolan esere halik değildir. Abdin elinde ancak ve ancak kesb vardır. Zira Allah’tan başkaestambul tours müessir-i hakiki yoktur. Zaten tevhid de öyle ister.”*» Mutezile, şerrin icadını Allah’a isnad etmedikleri için, günahkân cezalandırmanın da vacip olduğu zehabına kapılmışlardır. Fakat şerrin azabı istilzam
Mutezile’ye göre kişi, mü’min ve mutî olarak ahirete intikâl ederse sevap ve mükâfata, buna mukabil imansız olarak ve büyük günah işleyip tövbe etmedikçe ebedî olarak cehennemde kalmaya lâyık olur. Cenab-ı Hak büyük günahları tövbe olmaksızın affetmez. Büyük günahlardan kaçınanların küçük günahları affolunur. Mü’min cehenneme muvakkaten de olsa giremez. Cehenneme bir defa giren bir daha
günahları da işleyip bu dünyadan giderse Cehennem ehlin olur. Çünkü ahirette iki zümre vardır. Bir zümre Cennet te, di-Cehennemdedir. Fakat fâsıkın azabı biraz daha hafif olur, üstünde bir yerde bulunur.®^'^
5.Emr-i bi’l Ma’ruf ve NeVıy-i an’il-Münker Bu da Mutezile’nin üzerinde ittifak ettiği beşinci husustur. Mudile bu esasın bütün mü’minler üzerine İslâm davetini yaymak, şjpıklan hidayete kavuşturmak ve Müslümanları devrin emirleri âıerinde ifsada sevk etmek gayesiyle hakkı bâtılla karıştırmaya çalışanların hücumlarına karşı çıkmak için, bir vazife, bir mecburiyet olduğunu kabul eder.
Mutezile bu prensiplerine bağlı olarak yabancıların İslâm’a yap-tıldan fikrî taarruzlara karşı çıkmış ve İslâm’ı savunmuşlardır. Ancak kendi görüş ve düşüncelerini diğer Müslüman zümrelere kabul ettirebilmek için aynı prensip uğrunda yürüttükleri mücadelelerde aşın gitmiş, sert davranmışlardır.
Mutezile mezhebinin İslâm dinine verdiği zararların yanında, İslâm’a bir takım hizmetlerinin de olduğunu söyleyebiliriz. Hulefa-i Raşidin döneminden itibaren hızla yayılmaya başlayan fetihler, kültür etkileşimlerini de beraberinde getirmiştir. Ayrıca Abbasiler döneminde bir takım tercüme faaliyetleriyle dışarıdan İslâm’a yeni unsurlar girmeye başlamıştır.
Bunun yanında İslâm dünyası İran, Hind, Yahudi gibi bir takım <linî akaidlerin de hücumuna maruz kalmıştır. Mutezile âlimleri bütün bu sapık ve İslâm dışı cereyanlara karşı durmuş, sözle ve yazı ile klâm akaidini müdafaa etmiş, çeşitli İslâm beldelerinde türeyen sapık Rörüşlü kimselerle münazara etmek üzere seyahatler yapmışlardır.
Bunun yanında Nübüvvet müessesinin müdafaasına ayrı bir önem vermişlerdir. Naslara bağlı kalmakla beraber, İslâmî tefekkürün akıl boyutuna önem vermişlerdir. Nasları aklî mânâda tefsir etmişlerdir. Bu açıdan İslâm âleminde ilm-i kelâm başta olmak
Mutezile fırkası bir dönem İslâm âleminde etkili olmuş, birçok yeni tartışmalara zemin hazırlamış, bir bakımdan yanlışlan olduğu gibi hizmetleri de olmuş bir harekettir. İslâm inanışı özellikle İslâm âlemine dışarıdan taarruz eden kültürlere, akâidlere ve bilhassa felsefeye karşı İlmî anlamda çetin mücadeleler vermiştir. Onlann silahlarıyla onlara karşı mücadele vermiştir ancak Batı felsefesinden etkilenmekle de suçlanmıştır. Yanlışlarından biri, aynı mücadeleyi fukaha ve muhaddisine karşı da kullanmış olmasıdır. Görüşlerini ileri sürerken nakli bir tarafa bırakıp, sırf akh kullanmalan görüşlerinin temelinin zayıf olmasını, dolayısıyla görüşlerinin sakat olması neticesini vermiştir. Yine de İslâm dünyasına o dönemde yeni bakış açısı kazandırmasının ve kelâm gibi ilimlerin ortaya çıkışında önayak olmasının gözden kaçmaması gerekir.
^2 ALİ. EHL-İ BEYT VE ALEVİLİK
^ Sülâle, soy, hanedan, akraba ve taallukat mânâsına gelir. Al-İBeyt: Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sülâle-i tahiresinden yetişen sünnet-i seniyenin membaı ve muhafızı ve bihakkın sünnete it-(itıave onu idame ettirenler. Al-i Resûl, Al-i Nebi, Al-i Muhammed, jljl-ibeyt gibi tabirlerle de söylenir.
Hz. Ali, bütün gazalarda, din muharebelerinde çok kahramanlık-^ve fedakârlıklar gösterdiğinden dolayı da “Esedullah: Allah’ın aslanı” namım almıştır. Evliyanın da reisidir. Hicretin 40. yılında şehit edilmiştir. Hulefa-i Raşidin’dendir. (Doğru yol üzere olan, ra-olan halifeler) Bu tabir ilk 4 halife için kullanılır.
Hz. Ali küçük yaştan beri Resûlullah’m terbiyesi altında büyümüştür. Hz. Fatıma’nın (r.a.) eşidir. Resûlullah’m soyu Haşan ile Hüseyin (r.a.) adlı iki oğluyla devam etmiştir. Hz. Ali döneminde Cemel, Sıffın, Nahrevan savaşları yapılmıştır. Çocukluğundan beri Resûlullah’m (s.a.v.) yanından hiç ayrılmamış, savaşlarda vücudunu ResûluUah’a siper etmiştir. estambul tours Çok büyük bir ilim sahibi idi.
Hz. Ali, cesarette de zirvedeydi. Namaz vakti geldiğinde çok etkilenir, namaza durduğunda maddî ve dünyevî hiçbir şey hissetmezdi. Hicretin 36-37. yıllarında Müslümanlar kendi aralarında Cemel ve Sıffin isimleriyle iki büyük savaş yaptılar. Bu savaşlarda ölenler de Sürenler de Müslüman idiler.
Hz. Ali, “Katilin durumu nedir? Ölenin durumu nedir? Katil ölmeme işini yaparken hür iradeye sahip midir? Yoksa bunu kaderin ^'''nıahkûmu olarak mı işlemiştir?” gibi sorulara, “Onlar bizim kar-*^^Şİeriınizdi, bize isyan ettiler o kadar!” cevabını verir.
başka yerde “Ben bu öldürülenler arasında kalbi tertemiz olan kişilerin yüce Allah tarafından mutlaka cennete sokulacağını v^diyoruml” buyurur.
Hz. Ali Sünni olsun, Şii olsun bütün Müslümanlar tarafından q| dukça fazla sevilen bir sahabidir. Adâlet-i mahza (gerçek adâlet)satıii)i idi. Bediüzzaman Hazretleri, Mektubat isimli eserinde “... İmaniAlj (r.a.) gerçek adâleti, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer zamanındaki gibi uy. gulanabilir gördüğünden İslâm hilâfetini o esas üzerine kuruyordur diyerek şöyle devam eder: “O mübarek zat siyaset ve saltanattan çol( daha fazla önemli başka vazifelere lâyıktı. Eğer tam siyasî başarı ve tam saltanat sahibi olsaydı “velilerin şahı” olan mânâlı unvanı hakkıyla kazanamayacaktı. Oysa görünen ve siyasî hilâfetin pek çok üzerinde manevî bir saltanat kazandı ve herkesin üstadı hükmüne geçti Hatta kıyamete kadar manevî saltanatı bâki kaldı.”
Burada hilâfet ve saltanat arasındaki bazı farkları belirtmemizde yarar var. İslâm tarihinde halifelik, ilk 4 halifeyle ve Emevi halifesi Ömer bin Abdulaziz ile temsil edilmiştir. Bunun dışındaki bütün idareciler halife değil sultandır. İslâm tarihinde ilk saltanatı başlatan ise Hz. Muaviye’dir.
Hilâfet ve saltanat arasındaki farklar
1-Halife seçimle iş başına gelirken, sultan veliaht tayin edilmekle iş başına gelir. Saltanat bir eşya gibi babadan oğula miras olarak geçer,
2-Halife yapacağı işlerde etrafındaki söz sahibi kimselerle istişare eder. Onların görüşlerine baş vurur. Sultan ise tek otoritedir. Kimsenin görüşünü sorma ihtiyacını hissetmez.
3-Halifenin gözünde devlet malı bir emanettm Sultanın gözünde her şey sultanın tasarrufundadır.
4Halifeler kendilerine itaat şartını Allah’a ve Resûlü’ne itaat şartına bağlarlarken sultana ise halk kayıtsız şartsız itaat etmek zorundadır.
5-Hilâfette kanun üstünlüğü geçerli olduğu, halifenin de sıradan bir vatandaş gibi sorgulanması yargılanması mümkün olduğu hâlde bu saltanatta mümkün değildir.
6-Halifeler fikir hürriyetine alabildiğince serbestlik tanırlarken, sultanlar herkesin ağzına kilit vurarak bu hürriyetin önüne set koyarlar.
7-Halifeler akrabalarına en küçük bir ayrıcalık tanımazlarken hatta onları bazen hakları olan şeylerden dahi mahrum bırakırlarken, sultanların yalcınları bütün devlet imkânlarından istifade ederler
8-Halifeler son derece sade yaşarlarken, sultanlar estambul tours son derece
.Halifeler halkın arasına katılmaktan çekinmezler ama sul-^jlıalklanndan korkar, koruma ile dolaşırlar.
Zaman Hazretleri de “Şu ayette, soyca Resûl’e yakınlık cihe-bir fayda gözetilmiş olmuyor mu?” sorusu akla gelebilir diye-Jlconuya açıklık getiriyor: lijnne ekremeküm indellahu etkakum.”
(/ı^llah katında en iyiniz, en muttaki olanınızdır).
»Sırrına binaen soy yönüyle değil ama Allah’a yakınlık nokta-(inda peygamberlik vazifesi cereyan ediyor denilebilir.” diyenlere ffvaben Üstad, “Resûl-i Ekrem efendimiz (s.a.v.) gaybi olarak gör-ı^üşki, al-i beyti İslâm âlemi içerisinde bir nurani şecere hükmüne ,j(jecek. İslâm âleminin bütün tabakalarında insanın fazilet, iyilik, ahlâk gibi kemâlat dersinde rehberlik ve mürşitlik vazifesini görecek zatların ekseriyeti mutlaka Al-i beytten çıkacak. Nasıl ki, Hz. İbrahim’in (as) neslinden gelen nurani rehberler Peygamberler olduğu gibi, Peygamberimizin ümmetinden de o büyük İslâm vazifesini ekser tarikat ve mesleklerde İsrail Oğullarına gelen peygamberler gibi Al-i beyti Muhammediye kutuplarını görmüş onun için: “Kul la eselüküm aleyhi ecr en iUel meveddete fil kurba” Demesiyle emr olunarak Al-i Bejd’e karşı ümmetin sevgi ve saygısını istemiş.
Yine diğer bir emri Resûl ise şöyledir:
“Ben size iki şey bırakıyorum. Onlara uyarsanız kurtulursunuz. Biri kitabullah diğeri Al-i beytim”dir. Çünkü sünneti seniyenin membaı ve muhafizı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan al-i beyttir.” (C. Sağir 2/68) Resûl-i Ekrem’in Al-i Beyt’ten peygamberlik vazifesi ile muradı sünnet-i seniyesidir. Sünnet-i seniyeye ittibaı terk eden hakiki Al-i Beyt’ten olmadığı gibi, Al-i Beyt’e de hakiki dost olamaz.
Peygamber efendimizin (s.a.v.) ümmetini Al-i beytin etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki:
Zaman geçtikçe al-i beytin çok çoğalacağım Allah’ın izniyle bil-toiş ve İslâmiyet’in zaafa düşeceğini anlamış. O hâlde gayet kuvvetli ve çoklukla birbirlerinden kuvvet alan (Cemaat-ı mütesanide) bir ce-toiyet lâzım ki âlem-i İslâm’ın manevî gelişmesinde merkez olabilsin, Allah’ın izniyle düşünmüş ve ümmetini Al-i Beyt’i etrafına top-iâtnasmı arzu etmiş. â36 Un/..—
estambul tours yazdı..