guia de estambul ve varlık ve hiclik23 bugün sizlere en güzel yazıları yazan guia de estambul çok çalıstı ve guia de estambul diyorki mektir; nitekim yumuşak eğimlere daha uygun olan Norveç yönteminin y, sert eğimlere daha uygun olan Fransız yönteminin kullanılışına göre, aym^^ daha sert ya da daha yumuşakmış gibi görünür, tastamam bir rampanın “ortj da küçük vitesle giden” bir bisikletçiye daha az ya da daha çok dik görüne gibi. Böylece Fransız kayakçı, kayak alanlarından inmek için bir Fransız “hız, sahiptir ve bu hız ona özel türde bir eğim keşfettirir, nerede olursa olsun, \ İsviçre’de ya da Bavyera Alpleri’nde de olsa, Telemark ya dajura onaherzaı tümüyle Fransa’ya özgü bir doğrultu, güçlükler, bir araçsallık ve terslik, 20 bileşimi sunarlar. Bunun gibi, işçi sınıfını tanımlama girişimlerinin çoğunun timi, tüketimi ya da aşağılık duygusuna bağlı belli bir “Weltanschauung”*t nü kıstas aldığını (Marx-Flalbwachs-de Man) göstermek de zor değildir,' her durumda dünyayı hazırlamaya ve kendine mal etmeye ilişkin bazı tekn söz konusudur, dünya bu teknikler içinde şiddetli karşıtlıklanyla, lekdû; çöllenmiş kitleleriyle, karanlık bölgeleri ve aydınlık kumsallarıyla, aydmlaiK sit ve acil amaçlarla, “proleter çehresi” olarak adlandırabileceğimiz şeyi sur Şimdi, -falanca sınıfa, falanca ulusa aidiyetim kendi-içinimin ontolojik sı olarak olgusallığımdan kaynaklanmamakla birlikte- benim olgu olarak luşumun, yani doğumumun ve yerimin, dünyayı ve kendimibiriakımtek içinde ihata etmeme yol açtığı besbellidir. Oysa benim seçmediğim bu teki dünyaya imlemlerini kazandırır. Kendi amaçlarımdan itibaren dünyamr “proleter” evrenin basit ve kesin karşıtlıklarıyla mı, yoksa “buıjuva” dûn; sayısız ve düzenci nüanslarıyla mı belirdiğine karar veren, sanki artık be' limdir. Yalnızca ham varolanın karşısına fırlatılmış değilim, onaya çıkarır hiçbir şey yapmadığım halde bana kendi imlemlerini sunan, Fransız, Lon da Güneyli bir işçi dünyasının içine fırlatılırım.
Buna yakından bakalım. Biraz önce milliyetimin bir taşra vilayetine, ye, bir meslek grubuna aidiyetimin hakikati olduğunu gösterdik. Ama durmak mı gerekir? Eğer dil sadece lehçenin hakikatiyse, lehçe kesinlikl olan gerçek midir? Dilbilimsel ve istatistik bir araştırmanın da yasaların
7) Basitleştirelim: teknikler arasında etkiler, iç içe girmeler vardır; Ariberg yöntemi 1ar bizim ülkemizde tutulmuştu. Okur, olguları, karmaşıklıkları içinde kolayca
I(jn vereceği üzere, konuşulan haliyle meslek argosu, Alsace şivesi, te-salt olguda, kökensel olumsallıkta bulan ilk fenomen midir? Burada dil-araştırmaları bizi yanıltabilir: onların istatistikleri,
Ne var ki bu, kendimizi somut olanın alanına tam olarak ^^jlgşjirmeıniş olmamızdan dolayı böyle görünür; bu yüzden herkes kendi gere-Ijjjlikierinin karşılığını alır. Psikologlar uzun bir süredir sözcüğün -özel bozulma-İjnyia lehçeye özgü sözcüğün bile, aileye özgü sözcüğün bile- dilin somut öğesi olmadığına işaret ediyorlar; dilin en temel yapısı, tümcedir. Nitekim sözcük, lûmcenin içinde gerçek bir ifade işlevi kazanabilir; tümcenin dışında ve kesinlikle dağınık imlemleri öbeklemeye yönelik tastamam bir başlık olmadığı zaman, sözcük sadece önermesel bir işlev gösterir. Söylemin içinde tek başına göründü-|û yerde, sıklıkla işaret edildiği üzere “tümcesel-sözcük” [holophrastique] özelliği taşır. Bu, sözcüğün belli bir anlamla kendiliğinden sınırlanamayacağı anlamına gelmez, onun, bir ana formla bütünleşen ikincil form gibi bir bağlamla bütünleştiği anlamına gelir. Şu halde sözcük, kendisini bütüne katan bileşik ve etkin düzenlemeler dışında, düpedüz sanal bir varlığa sahiptir. Dolayısıyla bilincin ya da bilinçaltının onu kullanmasından önce bir bilinç ya da bilinçaltı “içinde’ varolamaz: tümce, sözcüklerden yapılmış değildir. Bununla da yetinmemek gere liyorPaulhan, Les Fleurs de Tarbes'da [Tarbes’ın Çiçekleri], bütünlükleri içinde Ifliûmcelerin, “ortak yerlerin”, tastamam sözcükler gibi, kullanılma biçimlerin önce var olmadıklarını göstermiştir. Bu tümceler, dışandan, bir tümcede «ekine geçerek paragrafın anlamını yeniden birleştiren okur yönünden düşı "üldûğûnde ortak yerlerdir, ama yazarın bakış açısında konumlanıldığında sır
“^venzlaşımsal vasıflarım kaybederler, çünkü yazar, ifade edilecek şeyi görü
^ ‘ade ya da yeniden yaratma edimi üreterek, bu edimin öğelerini düşünme
“y^lanmaksızın olabildiğince hızla ilerler. Eğer böyle ise, ne sözcükler, ne sc
kün olanlara doğru, amaçlara doğru fırlatmamdır, sonra da düzenli kullam]^ lir araçlar bütününü işlevleri ve amaçlarıyla birlikte anlamak için bu bütüne ri dönmemdir. Zaten, konuşulan dil her zaman durumdan hareketle çötûli; Zamana, saate, yere, etrafa, kentin, taşranın ve ülkenin durumuna yapılan dermeler, sözden önce verilidirler. Gazeteleri okumuş ve Pierre’in sağlıklı nü ve kaygılı havasını görmüş olmam, bu sabah karşılaştığımız zaman söyleıj| “İşler iyi değil” sözünü anlamam için yeterlidir. “İyi olmayan” sağlık durumudj. gildir, çünkü zinde bir görünüşü vardır, işleri ya da aile hayatı da değildir;iyio|. mayan, kentimizin ya da ülkemizin içinde bulunduğu durumdur. Benbunuest. sen biliyordum-, ona “Ne var, ne yok?” diye sorarken vereceği cevabın bir yorumu nu esasen belirliyordum, Pierre’i anlamak için ona geri dönmeye hazır okra! kendimi esasen çepeçevre ufka taşıyordum. Konuşmayı dinlemek, “birlikieltc nuşmak”tır; ama sadece söyleneni çözmek üzere taklit ettiğimiz için değil,li kensel olarak mümkün olanlara doğru atılımda bulunduğumuz için ve 011I2 dünyadan hareketle anlamak zorunda olduğumuz için.
Ama tümce sözcükten önce varoluyorsa, konuşmanın somut temeli ok konuşmacıya gönderilmiş oluruz. Şu sözcük, eğer onu farklı dönemlerin tüm leri içinden çıkartıp alırsak, pekâlâ kendisi aracılığıyla “yaşıyormuş" gibi görü bilir. Bu ödünç yaşam, fantastik filmlerde kendiliğinden armuta saplananb ğın yaşamına benzer; enstantanelerin birbirine eklenmesinden yapılmışur,s matografiktir ve tümel zamanın içinde oluşur. Ne var ki, anlambilimselyadı çimbilimsel film gösterildiğinde, sözcükler yaşarmış gibi görünseler de tûmı oluşturmaya kalkmazlar; nasıl ki yollar hacıların ve kervanların geçişindenl izlerden başka bir şey değilse, sözcükler de gelip geçen tümcelerin bırakü lerden ibarettirler. Tümce, ancak bir verinin (ifade edilmek islenen bizatik nin) ortaya konan bir amaçtan (ifade edilmesi, bu da daha başka amaçlan' yar, ifade ediş bu amaçlar karşısında yalnızca bir araçtır) itibaren hiçlenıı den yola çıkılarak yorumlanabilen bir projedir. Sözcük de veri gibi tümce lirleyemiyorsa, tersine, veriyi aydınlatmak ve sözcüğü anlamak için tûmı
Varlık ve Hiçlik
,nlu ise, tümce kendi-kendimle ilgili özgür seçimin bir uğrağıdır ve muhatabım fjfından da bu haliyle anlaşılır. Konuşulan dil, dilin gerçekliği ise, lehçe ya da go konuşulan dilin gerçekliği ise, lehçenin gerçekliği de kendimi ifade eden seç-îim özgür ifade etme edimidir. Ve bu özgür edim sözcüklerin bir araya getiril-esiolamaz. Elbette, bu edim teknik reçetelere (gramerin yasaları) uygun olarak )zcûklerin salt bir araya getirilmesi olsaydı, konuşanın özgürlüğüne dayatılan İgusal sınırlardan söz edebilirdik; bü sınırlar sözcüklerin maddi ve sesçil yapımın, konuşulan dilin söz dağarcığının, konuşmacının kişisel söz dağarcığının yararlanabildiği n sayıdaki sözcük), “dilin yapısal yeteneğinin” vb. izlerini taşır-ardı. Ama bunun böyle olmadığını biraz önce gösterdik. Yakın tarihlerde söz-rnklenn canlı bir düzeni, dilin dinamik yasaları, logosun kişisiz bir yaşamı gibi-iindenbir şeyin bulunduğu, kısacası dilin bir doğa olduğu ve insanın, tıpkı Do-»aiçin yaptığı gibi, belli noktalarda dili kullanabilmek için bu dile hizmet etmek zorunda olduğu yolunda bir görüş savunulabildi®. Ne var ki burada dil, bir kez öldûlîten sonra, yani bir kez konuşulduktan sonra düşünülmüştür, dile kişisiz bir ve bir güç, aslında konuşan kendi-içinin kişisel özgürlüğünden ödünç alınma yakınlıklar ve ötelemeler izafe edilmiştir. Dil, kendi bendine tek başına ho-Bujanbirdil kılınmıştır. İşte, dil için olduğu kadar bütün başka teknikler için de yapılmaması gereken hata budur. İnsanın, kendi başlarına uygulanan tekniklerin, kendi kendine konuşan bir dilin, kendini yapan bir bilimin, kendi yasalarına göre kendini inşa eden bir kentin ortasında belirdiği düşünülürse, imlemler de, bir yandan bunlara insani bir aşkınlık atfedilerek kendinde halinde dondurulursa, insanın rolüde, bir tekneyi kullanmak için rüzgarın, dalgaların, gel-git-lerin belirlenmiş güçlerini kullanan bir kaptanın rolüne indirgenir. Ama her teknik, insani amaçlara doğru yönlendirilmek için giderek bir başka tekniği gerektirir: örneğin, bir tekneyi kullanmak için, konuşmak gerekir. Nitekim belki de tekniklerin tekniğine geleceğiz -bu kez de o kendiliğinden uygulanacaktır- ama teknisyenle karşılaşma imkânını sonsuza kadar kaybetmiş durumdayız.
Tam tersine, konuşurken sözcüklerin var olmasını sağlıyorsak, bunun için zo
dilerinden kaynaklanmayan bir sentez içinde birleştirilmiş olmalan ge^çj, sentetik birliği yok ettiğinizde “dil” denilen blok da dağılır; her sözcükle mzlığına döner ve aynı anda, iletişemeyen farklı imlemler arasında parçjj^ birliğini kaybeder. Nitekim dilin yasaları tümcenin özgür projesi içinde^y''^' nirler; grameri konuşarak yaparım; dilin yasalarının mümkün olanyeganç ^ li özgürlüktür. Zaten dilin yasalan kimin için vardır? Paulhan bu soruya bir cevabın öğelerini göstermiştir: konuşan kişi için değil, dinleyen kişiıç^J dır bu yasalar. Konuşan kişi bir imlemin seçilmesinden başka bir şey degi|| sözcüklerin düzenini, ancak bu düzeni kurduğu ölçüde kavrar^ Bu düzenli nün içinde kavrayacağı münasebetler, özgüllükle kendisinin kurduğu müujjj betlerden ibarettir. Eğer, bundan sonra, iki ya da birçok sözcüğün kendiara^ da bir değil, birçok belirli münasebet sürdürdükleri ve bunun sonucundaaymi tümce için, hiyerarşikleşen ya da birbirine karşı çıkan bir imlemler çokluğul,(j. fedilirse, kısacası “şeytanın payı” keşfedilirse, nedeni ancak şu iki koşul olabi
1)sözcüklerin özgür bir imleyici yakınlaştırmayla bir araya getirilmiş ve flnıj. muş olmaları gerekir; 2) bu sentezin dışarıdan görülmesi, yani l?aşj!û!flniat4 dan görülmüş olmaları ve bu yakınlaştırmanın mümkün anlamlarını varsayıs; olarak çözmeye yönelen bir işlem sırasında görülmüş olmalan gerekir. Gerçtb de, bu durumda, önce imlem kavşağı olarak kavranan her sözcük, yineböylek-ranan bir başka sözcüğe bağlıdır. Ve yakınlaştırma çok yönlü [multivoquelolad tır. Doğru yönün, yani konuşmacı tarafından özellikle arzulanan anlamın kav» ması karanlığa terk edilebilir ya da daha başka anlamlara tabi olabilir, aımonlı rı ortadan kaldırmayacaktır. Böylece, benim için özgür proje olan dil, koştaipı özgül yasalara sahiptir. Ve bu yasaların kendileri de ancak kökenselbirsetıtea içinde devreye girebilirler. Dolayısıyla “sözcük” olayını doğal bir olaydan ayın' tüm farkı kavrıyoruz. Doğal olgu, ortaya koyduğu bir yasaya uygun olarak di şur, ama bu yasa, oluşumun düpedüz dış kuralıdır ve söz konusu olgu bu)« nın bir örneğinden ibarettir. Olay olarak “tümce”, kendi düzeninin yasasınıkt di kendisinde içerir ve sözcükler arasında yasal ilişkilerin belirebilmesi dcöş ifade etme projesinin içinde olur. Gerçekten de, konuşmazdan önce sözleilgıl> sa olamaz. Ve her söz, kişisel bir kendi-içinin seçimine bağlı ve bu kendi-i{“ global durumundan hareketle yorumlanmak zorunda olan, özgür ifade enn^l
9) Basitleştiriyorum: insan kendi düşüncesini kendi tümcesi aracılığıyla da öğrenebıln' bunun nedeni, bu tümce üzerinde belli bir ölçüde, tastamam kendi bedenimizin de olduğu gibi, başkalannm bakış açısını edinmenin mümkün olmasıdır.
Varlık ve Hiçlik
jjdir nk başta gelen şey, durumdur, ben bu durumdan itibaren tümcenin an-l^nııfiı kavrarım, bu anlam kendi kendisinde bir veri gibi değil, araçların özgür-başkalarına geçilmesi içinde seçilmiş bir amaç olarak düşünülmelidir. Dilbi-liıiicinin çalışmalarının karşılaşabileceği yegane gerçek işte budur. Bu gerçekten jjıbaren, geriye dönük bir analiz çalışması, yasal şemalar gibi olan daha genel, da-ba basil kimi yapıları gün ışığına çıkarabilir. Ama örneğin, lehçe yasalan olarak geçerlilik iddiasındaki o birtakım şemalar, kendi kendilerinde birtakım soyutlardır, Tümcenin oluşumuna yön vermek ve tümcenin biçimlendiği kalıp olmak şöyle dursun, ancak bu tümcenin içinde ve bu tümce aracılığıyla vardırlar. Bu anlamda tümce, kendi yasalarının özgürce icat edilmesi olarak belirir. Burada her lûrlû dummun kökensel vasfıyla karşılaşırız sadece: verinin bu haliyle (dilbilimsel aygıt) ötesine geçilmesiyledir ki, tümcenin özgür projesi veriyi bu veri (bu düzenleme ve lehçeye göre telaffuz yasaları) olarak ortaya çıkarır. Ama tümcenin özgür projesi tam da huradaki-bu veriyi üstlenme niyetidir, herhangi bir kabullenme edimi değil, henüz varolmayan bir amacın varolan araçlar içinde hedeflenme-sıdir ve bunlar tam da bu özgür projeyle araçlar olarak anlamlarını kazanırlar. Boylece, tümce sözcüklerin düzenlenmesidir, onlar da bizatihi düzenlenişleriyle k sözcükler haline gelirler. Dilbilimcilerin ve psikologların hissetmiş olduklan şey aslında budur ve karşılaştıkları güçlük burada bize karşı-kanıt olarak yardımcı olabilir: nitekim onlar sözün hazırlanması içinde bir döngü keşfettiklerini sandılar, çünkü konuşmak için insanın, kendi düşüncesini bilmesi gerekir. Ama bu düşünce, belirtikleştirilen ve kavramlar halinde saptanan gerçek olarak, konuşmadan nasıl bilinir? Böylece, dil düşünceye ve düşünce de dile gönderir. Ne var ki, şimdi ortada bir döngü bulunmadığını, ya da, daha iyisi, bu döngünün -sözel imge ya da imgesiz ve sözcüksüz düşünce gibi, düpedüz psikolojik idoller icat ederek dışına çıkıldığı sanılan bu döngünün- dile özel olmadığını anlıyoruz: döngü genel olarak durumun özelliğidir. Şimdiki zamanın, geleceğin ve geçmişin ekstatik bağlantısından, yani varolanın henüz-varolmayan tarafından ve he-®2-varolmayanın da varolan tarafından özgürce belirlenmesinden başka bir şey iülemez. Bunun ardından da, tümcenin yasal doğruluğunu temsil edecek soyut işlemsel şemalar keşfetmek mümkün olur: lehçesel şema -ulusal dile ilişkin şe-genel olarak dilbilimsel şema. Ama bu şemalar, somut tümceden önce var ''İntak şöyle dursun, kendiliklerinden Unselbststândigkeit'tan* etkilenirler ve her %ımlı olma, yalnızca kendisiyle anlaşılır olmama, -çn
Jean-Paul Sarı re
zaman ancak somutlaşmış bir halde ve bizatihi somutlaşmaları içinde bir lükle desteklenerek varolurlar. Şüphe yok ki, dil burada toplumsal ve tekniğin örneğinden ibarettir. Bütün öteki teknikler için de aynı şey baltayı açığa çıkaran şey baltanın darbesidir, çekici açığa çıkaran şey bir vilemektir. Özel bir yarışmada, kayak yapmanın Fransız yöntemini ve buyöı,^ içinde genel olarak kayma sanatını insani imkân gibi fark etmek mûmkim,]. Ama bu insani sanat yalnızca kendi başına asla bir şey değildir, safelıgıiç (en puissance] varolmaz, kayakçının güncel, edimsel ve somut sanatı içindecijn, leşir ve tezahür eder. Bu da, bireyden türe giden münasebetler konusundabirç^ züm tasarlamamıza imkân veriyor, insan türü yoksa hakikat de yoktur, bu ^ dir; bireysel seçimlerin irrasyonel ve olumsal kaynaşmasından başka bir şey i(jj. maz elimizde ve bunlara da hiçbir yasa atfedilemez. Eğer, bireysel seçiralenfe. leştirebilecek türden, hakikat gibi bir şey varsa, bunu bize insan türü sağlayab lir. Ama tür birey için hakikat olansa, bu hakikat derin bir çelişki yaratmaksın, bireyin içindeki bir veri olamaz. Tıpkı dilin yasalarının tümcenin somut, özji projesiyle cisimleşip desteklenmesi gibi, insan türü de -insanların faaliyetiniu-nımlamaya yarayan teknikler bütünü olarak—, herhangi bir tikel düşüşün cisimlerin düşme yasasını örneklemesinde olduğu gibi, bir insanın kendisinin lezalıj: ettiği bir bireyde daha önce varolması değildir. İnsan, özgür bireysel seçimle dişleklenen soyut ilişkiler bütünüdür. Kendi-için, kendini kişi olarak seçmek içiıt içsel bir düzenin varolmasını sağlayıp, kendisine doğru bir düzenin ötesinegefn ve bu içsel teknik düzen, ondaki ulusal olan ya da insani olandır.
Bize şöyle diyeceklerdir; Tamam da sorunu hasır altı ettiniz. Çünkü kenm-için bu dilbilimsel ya da teknik düzenleri kendine ulaşılması için yaratmadı:otları başkalarından aldı. Somut ortaçların [participe] tikel bir ifade amacıdogni-tuşunda özgürce yakınlaşmaları dışında, ortaçların uyumu kuralı mevcut de|ıi dir, kabul. Ama bu kuralı kullandığımda, onu başkalarından öğrendigitnıç kullanınm, çünkü başkaları, kendi kişisel projeleri içinde, ben de ondan)® lanayım diye bu kuralı ortaya koyarlar. Dolayısıyla benim dilim başkalannıır line ve sonuçta da ulusal dile tabidir.
Bu itirazı olumsuzlamak gibi bir düşüncemiz yok. Bundan ölürü debi için söz konusu olan kendi-içini varlığının özgür temeli olarak göstermekdf dir: kendi-için özgürdür ama koşul altında ve durum adıyla belirginleştir® çalıştığımız şey de koşuldan özgürlüğe giden bu münasebettir. Nitekim