guia de estambul ve madde bilgileri90

 guia de estambul


guia de estambul ve madde bilgileri90 evet arkadaslar sizlere bugünde oldugu gibi guia de estambul diyorki bir zaman ve kendisine te'sîr icrâ eden bir câzibe bulduğu vaKit mutlakâ yıldırmı düşecektir. Alâka-i kimyeviyye alünda ihtizâz eden iki zerre, kendilerini ayman bir mâni'a olmadıkça mutlakâ yan yana gelecekler, birleşeceklerdir. Ve herhangi bir hastalıktan muzdarib olan uzvî bir teşekkül, hastalıkdan kurtulamadığı hâlde mutlakâ [148] mahv olacak, hayâtım gayb edecek. Bu hakikatlerden kim şübhe edebilir? Tabfati gâyet sathî bir nazarla olsun tarassut eden bir kimse, etrâfında cereyan eden ahvâlde fennin muvaffakiyyetlerinden ve bize ta'rîf ve ta'yîn ettiği hâdiselerden başka ne görebilir? Mutlakâ kani' olması îcâb eder ki, tabî'atin kânûnları kat'îdir ve değişmez.
"Her yerde gördüğümüz şey tabî'atin hiç değişmeyen kânûnları ve sebeblerdir. Arük epeyce bir zamân oluyor ki, ilm-i hey'etten, hikmet-i tabriyyeden, kimyâdan bütün tabî'î hâdiselere karışan bir 'rûh' zannım def ettik. Hiçbir kimyâger iki unsûru yekdiğerine halt ederken, hiçbm hikmet âlimi câzibe hâdiselerini tedkîk ederken Allah'm irâdesi olup olmadığmı düşünmez ve bu hâdiselerin öyle bir irâde ile aslâ münâsebetleri olmadığma kâni'dir. Bir câhil şahsî bir Allah'm vücûduna i'tikâd ederken tabî'atin sırlarmdan hiçbir şey keşf edemediği ve anlayamadığı hâlde, bir âlim öyle bir Allah'a i'tikâd etmemekle berâber sırf kendi zekâsı ve tedkîkleri sâyesinde bütün bu [149] sırları anlayabilir. İşte bu gibi sebeblere binâen Allah'a i'tikâd, asrımızda ancak câhillere ve birtakmı sahte âlimlere has gibidir. Bu adamlar en âlı ve basît hikmet hâdiselerinin mutlakâ Allah'm irâdesi ile hâsıl olduğunu zann ederler" (Schneider).
İnsanların mukadderâhna gelince: Bunun da tabî'atin hâdiselerinden farkı olmadığı ma'lûmdur. Her şey gibi bunlar da birtakım sebeblerin neticesi ve tabî'î münâsebetlerdir ki, bütün mevcûdların üzerinde te'sîr icrâ eden ve inhinâ kabûl etmeyen kânûnlarm irâdesi alhnda bulunurlar. Doğmak, yaşamak, ölmek, bunlara â'id esâsların mühimmini teşkîl eder. Ölmek, yaşamakta olan her ferd için ihtirâz edilmesi mümkün olmayan bir neticedir. Ne bir vâlidenin du'âları ne bir zevcenin gözyaşları ne bir zevcin ye'si ölümün merhametsiz elini yumuşatamaz. O haşin el pembe renkli bir yavrucuğu me'yûs annesinin kolları arasmdan aldığı gibi, ihtiyâçlar içinde
kıvranan bir çocuğun ana ve babasını d.ı aynı mcrhametsizîİJ'
[150]alır ve bu korkunç hasâdında ınülemruliyen devâm eder, "Tabî'atin kânûnlan birtakım barbar kuvvetlerdir ki,
ahlâk ne de nezâket tanımazlar" (Cari Voj’t)-
" labfat ne zâlim ne rahimdir, ne iyi ve ne fenâ, yaln^ kendi kânûnlanna mutî'dir ve tabî'atte hiçbir zerre bu kânûnlarm hükmü altından kaçamaz" (Du Prel).
Hiçbir kudret, kendi tahrîb hâssalarıyla silâhlanmış olduğu hâlde insânlara ve yekdiğerine karşı dâ'imî mücâdelâtında devâm eden unsûrların kudurganlığını tahfif edemez, "Yukarıda" hiç kimse yoktur ki, bir emri ile fırtınaları durdursun; Şems'in harâreti, suların tuğyânı sebebi ile husule gelen zarar ve ziyânların önünü alsın. Yine orada hiçbir "ses" yoktur ki, ölüleri diriltsin; hiçbir melek yoktur ki, mazlûm ve mahbûsları kurtarsın. Hiçbir el yoktur ki, bulutlardan uzanarak açlara yemek, susuzlara su versin; semâda küçük bir işâreti ile
[151]mâ-fevka't-tabra bir mevcûdiyyete delâlet etsin; küçük bir ziyâsıyla me'yûsların rûhuna tesliyet ve sükûn bahş etsin!...
"TabPat insânm şikâyetlerine, du'âlarma, tazarru'lanna aslâ cevâb veremez. Bunların hepsini redd eder, tahkir eder" (Feuerbach).
Lutlıer bile, kendi sâf ve samimî lisânı ile "Görüyoruz ve tecrübe ediyoruz ki, Cenâb-ı Hakk bu fâni hayâta aslâ karışmıyor" demiştir. Aynı fikir beşerin ızdırâblarından bahis Leopardi tarafmdan tanzim edilen tagannîlerde bile mevcûddur: "Ey tabî'at! Sen kendi cereyânların arasmda hiç keyfini bozmazsm. Görüyorum ki,buâlemin ne
memnûniyyetleri ne felâketleri seni müte'essir etmiyor".
Biz kendi icrâ'âtmda müstakil olan ve tabPatteki kuvvetlere boyun eğmeyen rûhânî bir mevcûd tanımıyoruz. Liebig'in dediği gibi, münevver bir mutarnssıt aslâ böyle bir [152] mevcûdiyyete tesâdüf etmemiştir ve etmesi de mümkün değildir. Nasıl mümkün olur ki, bütün mevcûdların içinde çırpındıkları âheng ve intizâm zamân zamân hârici bir irâdenin ârzûsuna göre bozulsun, başka şekillere girsin? O zamân kâ'inâtda müdhiş uçurumlar açılır. Her şey mechûl ve meşkûk bir karışıklık içinde kalır. Şimdiye kadar insânların bütün sa'yi, ilimlerin, fenlerin bütün keşifleri hiç mertebesine iner. Bu hâl kabûl olunacak olursa, kâ'inâhn ne gâyesi kalır ne manâsı. Hattâ bizim tecrübe ile müşâhede ettiğimiz kânûnlar bile
Çünkü bahs olunan hârici irâde ve kudret bu kânûnların bazılarını lağv eder, bazılarını yeniden ihdâs eder. Kendi keyfine göre türlü bin tebeddüller yapar ve bunları yapmalıdır ki, kendisine “her şeye kâdir" sıfatı verilebilmiş olsun. Hâlbuki kâ'inâtta tanıâmiyle bunun aksi câridir. Her şeyde bir intizâm ve husûsî bir kânûn vardır.
Hârici bir irâdeye tâbi' ve tabî'atin kânûnlarmdan hâriç gibi görünen bazı şeyler vardır ki, bunlara "mu'cize" ta'bîr [153] edilir. Her zamân az çok bu kabil şeyler vâki' olmuş ve insânlar tarafmdan görülmüştür. Bu kabil şeyler bâtıl i'tikâdlardan ve cehâletten ileri geldikleri gibi, inşânda hârikalı ve mu'tâddan gayri bir şey görmek ârzûsu dolayısıyla ta'addüd etmişler ve ekseriyyâ bazı menfa'atlerin te'mini zımnında onlara mürâca'at olunmuştur. Bu gibi vak'alar insânlar üzerinde pek büyük te'sîrler bırakmıştır. Çünkü hiç kimse her tarafdan tabî'atin kânûnlarıyla muhât olduğunu görmek istemez. Dâ'imâ bu kânûnlarm te'sîri altından kaçmak için vâsıtalar arar. İnsanlarm ilk insan oldukları devirde -ki o zamân pek genç ve pek câhil idiler- ekseriyyâ böyle bir ârzûyu teskin edebilmenin imkâm vardı. İşte bu ârzû sâ'ikasiyle mu'cizeler, kerâmetler i'lân edip duruyordu.
"Bir inşân ne kadar câhilse, o inşân için o kadar çok mu'cize vardır" (Radenhausen).
Bugün ancak vahşî kavimler ve talîm ve terbiye görmemiş kimseler bu mucizelere inanırlar. Bunların nazarmda periler [154] ve tabî'atin kânûnlarıyla oynamaya muktedir ulvî kuvvetler vardır. Yine bunların nazarmda meş'ûm bir şeytân i'tikâdı bâkî olduğu gibi, zehirli nefesleriyle herkesi tehdîd eden sihirbazlar mevcûddur. Zavallı, kör, sersem beşeriyyet bu gibi i'tikâdlar altmda uzun müddet müdhiş işkencelere tahammül etmiştir. Hâlâ avâm dediğimiz tahsil görmemiş sınıf beyninde bu gibi i'tikâdlar za'îflememişdir. Dîne â'id mucizeleri ve semâda müşâhede olunan gayr-i tabfî hâlleri -ki bunlar büyük bir muvaffakiyyetle icrâ edilmiş ve kilisenin gayreti sâyesinde her tarafda şüyû' bulmuştur- sayarak ve mümkünsüzlüklerini isbâta uğraşarak ka'rilerimizin sabır ve tahammülü ile istihzâ etmek istemeyiz. Biraz tahsil görmüş, biraz ta
guia de estambul yazdı ve sundu..