guía de estambul ve allah bilgilerim
sizlere en güzel yaızları yazan bu güzel guía de estambul sizlere diyorki “Kulumuz (Muhammed)’in üzerine parça parça (sûre sûre, âyet âyet) indirdiğimiz (Kur’ân’ın) Allah katından geldiğinden şüphe ediyorsanız haydi onun benzerinden siz de (meydana) bir sûre getirin, Allah’tan başka şahitlerinizi (taptığınız putları ve bilginlerinizi) de (yardıma) çağırın, eğer (iddianızda) doğrular iseniz, fakat bunu yapmazsanız — ki hiçbir zaman yapamayacaksınız— artık sakının o ateşten ki, onun tutarağı (odunu, çırası, ocak taşı) insanla o taştır. O (ateş) kâfirler için hazırlanmıştır.” (766).“De ki: “And olsun ins-ü cin şu Kur’ân’ın benzerini (meydana) getirmek üzere biraraya toplansa, yekdiğerine yardımcı da olsalar yine onun benzerini getiremezler.” (767).
Görülüyor ki, bu âyetlerde kâfirlere Kur’ân’ın benzerini getirmeleri için meydan okunmuştur. Onun âyetlerine ve sûrelerine benzeyecek bir şeyler söylemeleri istenmiştir kendilerinden. Çünkü bir şey uydurmak, batıl ve boş lâflar, sözler etmek kolaydır. Kolaydır amma düzgün ifade, yani lâfza mutabık mânâ taşıyan sahih bir söz söylemek güçtür.
Meselâ; falan adam, kendisine söylenildiği gibi yazıyor, falan adam da istediği gibi yazıyor, dediğimizde muhakkak ki, bu iki cümlenin arasında fark görürüz. Birinci kâtibin üstünlüğü hemen meydana çıkar. Çünkü aralarında bariz bir fark vardır.
Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) devamlı olarak yüzlerine haykırıyordu... Alabildiğine tevbih ediyordu, düşüncelerini hiçe sayıyordu. Büyük olarak gördükleri kimseleri iki paralık ediyordu, düzenlerini alt üst edip taptıkları putları devamlı olarak kınıyor, atalarına (haklı yere) saldırıyor, yerlerini, ülkelerini, mallarını kendisine mübah görüyordu ve onlar bütün bunlann karşısında ses çıkartamıyorlardı. Ona ma’kul bir karşıhk veremi-yorlardı. Kendilerini fitne fesad, tekzib ve iftira gibi çok âdi şeylere başvurarak aldatıyorlardı. Bütün söyledikleri, daha doğrusu söyleyebildikleri, “Bu, bir aldatıcı büyüdür! Evvelkilerin uydurduğu masallardır” gibi sözlerdi...
Ya da alçaklığı kabul edip “Kalplerimizde perde var. Kulaklarımız bize çağırıp söylediklerine karşı sağırdır. Aramızda perde var. Duymuyoruz seni. Dinlemeyin şu Kur’ân’ı. Dinlenmesini uğultu ve gürültü çıkartarak önleyin, belki bu surette galip gelirsiniz!” gibi sözler söylemekten, iftira ve yalan yollara sapmaktan öteye gidememişlerdi. Bir de biz istersek, bunun gibi sözler söyleriz, demişlerdi. Fakat onun gibi söz söylemek şöyle dursun, ona benzer bir sûre hattâ bir âyet dahi getirememişlerdir. Allah onlara;
Ve yapamamışlardır. Tâkat getirememişlerdir, acz içinde kıvranıp dn, muşlardır...
Müseyleme gibi bazı âdi kimselerin buna cür’et etmesine gelince; On|j, büsbütün rezil olmuşlardı. Çünkü söyledikleri sözler belâgat ve fesahatka,. delerine uymuyordu. Fasih sözlerinden hiçbirine benzemiyordu. Etraftahayrç, değil, nefret uyandırmıştı... Belâgat ve fesahattan anlayanlar nefretleondaj uzaklaşmışlardı bile. Çoklan onun o cür’eti karşısında, aksine olarak Kur. ân gerçeğini anlayıp hidayet şerbetini içmişlerdir...
İşte bütün bu sebeblerden dolayıdır ki Veltd b. el- Mugîre Peygamber(sa|. lallahu aleyhi ve sellem)’den:
“Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği (hususiyle) akrabaya (muhtaç olduk lan şeyleri) vermeyi emreder. Taşkın kötülüklerden, münkerden, zulün] ve tecebbürden nehyeder. Size (bu suretle) öğüt verir ki iyice dinleyip ve anlayıp tutasınız.” (769), âyetini dinlediği zaman, kendini şöyle demekten alamamıştır:
“Vallahi, bunda bambaşka bir halavet ve göz kamaştıran güzellik vardır. Altı pınarlı, üstü meyvelidir (Yani anlamca dopdolu, ifadece pek güç lüdür). Bu bir beşer sözü olamaz asla.” (770).
Ebu Ubeyd Kasım b. Sellem anlatıyor:
Bir Bedevi bir adamın (FESDA'BİMA TU'MERU) âyetini okuduğunudu-yunca, hemen secdeye kapanır ve şöyle der: “Sırf ondaki fesahatinden do-ilayı secdeye kapandım!”.
Bir başkası, (FELEMMESTEY’ESÛ HALASÛ NECİYYA-)âyetim duyunca, şöyle haykırır:
“Şehadet ederim ki, hiçbir mahlûk bunun gibisini söyleyemez!”.
Ömer b. el- Hattâb (radıyallahu anh) bir gün mescitte uyuklarken, başy cunda biri durup şehadet getirdiğini duymuş ve kim olduğunu sormuş;
— Ben Rum Patriklerinden biriyim, iyi Arapça bilirim. Başka dilleridf konuşurum. Müslüman esirlerden birinin kitabınızdan bir âyet okuduğum duydum. Dünya ve âhiret ahvalini en iyi bildiren bir kitap olduğunu anla dım. Meryem oğlu İsa'ya inen kitabın muhtevâsını da içine almış olaral gördüm.
İşte o âyet şudur:
“Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse, (geçmiş günahlarından dolay Allah’tan korkarsa (gelecek günahlardan naşi de) ondan sakınırsa,iş’ kurtuluşu bulanlar da bunların ta kendileridir.” (771). El-Esmaî bir cariyenin fevkalâde güzel konuştuğunu duymuş ve ona,
(769)Nahi Sûresi, âyet: 90.
(770)“İmam Beyhaki Şuabü’I- İyman’da İkrime’den mürsel olarak rivayeti tahriç etmiştir ''J Suyûtî, Menahil, Shf. 37. Aynca İbn İshak Siyretü’n- Nebi’sinde. tahriç etti. Şifa Şerhi C l-Slı' ' Aliyyü’l- Kaari.
. KUR’AN-r KERİM’İN İ CAZI
—AHah lâyıkJığını versin, ne fasih konuşuyorsun? demiş...
—Bu benim konuşmamda, Kasas sûresinde geçen;
“Ve biz Musa’nın annesine (haydi onu emzir!) diye vahyettik.” (772) âyetin yanında fasih mi sayılırmış hiç? diye karşılık verdi.
Bu âyet— sonuna kadar— aym anda Ud emir, iki nehiy, iki haber, iki müjde ihtiva etmiştir ki, bu görülmemiş bir i’cazdır. Ancak bu, Kur’ân gibi bir kitapta görülebilir... Evet bizzâtihi onda, başkasında değil...
Kur’ân’m Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'e indiği bizzarure ma’-lûmdur!
Yine bu kitab-ı Mübinle Resûlullah (sallallahu aleyhi ve seilem)’in meydan okuduğu ve bütün Arabların benzerini getirmekten âciz kaldıkları da bizzarure bilinmiştir. Olağan üstü bir fesahate de sahib bulunduğu tüm insanlığın bizzarure ma’lûmu olmuştur. Ondaki belâgat yönleri, münkirleri âciz bırakışı, müfterilerin çar nâ çâr onun bu hususiyetini kabul etmeleri, belâgatinin i'cazına teslim olmaları da bilinen hususlardandır.
Hele sen O’nun;
“Ey salim akıl sahihleri, kısasta sizin için (umumi) bir hayat vardır, tâ (katilden)'sakınasınız.” (773).
“Onları can baş kaygısına düştükleri vakit, görmelisin. Artık kaçacak yerleri de yoktur. Yakın bir mahalde yakalanmışlar.” (774).
“Sen (kötülüğü) en güzel (haslet ne ise) onunla önle! O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık olan kimse bile sanki yakın dost(un olmuş)tur.” (775) ve;
“Allah’ın emri olarak: “—Ey arz, suyunu yut ve ey gök!.. Yağmuru tut.” denildi. Su çekildi ve iş bitirildi. Gemi de Cûdi dağı üzerinde ka-rarlaşdı. Ve: Zalimler helâk olsun.” denildi.” (776).
âyetini ve diğer buna benzer âyetleri hattâ tüm Kur’ân-ı derinden bir tedkik etsen, lâfızlarının icazını, mânâlannın çokluğunu, ibarelerinin güzelliğini, harflerinin fevkalâde terkibini, kelimelerinin yeknesaklığını anlamakta en ufak bir güçlük dahi çekmezsin. Çünkü her kelimenin altında birçok cümleler, bölümler ve ciltleri dolduracak kadar bilgiler vardır.
Hele onun temas ettiği uzun kıssalar ve geçmişe ait haberler var ya, benim diyen edebiyatçıların bu gibi kıssalara ne sözü ve ne de gücü yeter. îşte bunlarda da düşünen kişi için ibret levhaları vardır! Yusuf (aleybisselâmya ait olan kıssayı düşününüz: O ne uzun ve ne güzel bir kıssa! Cümleleri birbirine ne güzel bağlanmış... Kelimeleri birbirlerine rabtedilerek bir inci dizisini andıran bir biçimde dizilip tüm kâinatın gözü önüne seril-
(772) Kasas Sûresi, âyet; 7. (773) Bakara Sûresi, âyet; 79. (774) Sebc’ Sûresi, âyet; 51. (775) Fussi-'« Sûresi, âyet; 34. (776) Hud (a.s.) Sûresi, âyet; 44.
miştir!.. Sonra onda geçen diğer kıssalar muhtelif yerde tekrar -.uıgı. de insana bıkkınlık vermek şöyle dursun, apayrı bir zevk vermekted. Çünkü zikredildikleri her yerde, başka kelimeler ve üslûplar göze makta ve insanda hayret uyandırmaktadır...
Bilindiği gibi onun nazm-ı şerifinde bambaşka bir i’caz keyfiyeti mev, cuttur. Çünkü kâinatı hayrete düşürücü üslûbu Arab dilinin üslûblarına.nf nazmı ve ne de nesrinin menheclerine kat’iyen uymamaktadır. Oysa; o ki-tab o dilde nazil olmuştur. Fakat âyetlerinin sonları, kelimelerinin bölümle, ri ve ona canib-i İlahî’den verilen şekilleri o zamana kadar Arab dili ve edebiyatında görülmemiştir. Ondan sonra da bu güne dek görülmemiştir. Ve bundan sonra görülmeyecektir. Zira geldiği günden bu yana hiç kimse onım benzerini getirememiştir... En ileriyi gören akıllar hayret içinde kalmıştır,, Hayal güçleri onun kamaştıncı aydınlığı karşısında bir anda sönüvermiştir.
Nesir, nazm, seci’ recez ve şiir cinsinden olan hiçbir sözlerinde onun gibisine muvaffak olamamışlardır.
Ve]id b. d- Mugîre, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellemyin, kendisine Kur’ân okuduğu zaman, onu dinlediğinde kalbi yumuşadı.
(Kardeşi oğlu) Ebu Cehil (bunu duyunca) hemen ona geldi, onun budu- : rumuna karşı şiddetli bir itirazda bulundu. Ona (ve yanındaki topluluğa)şöyle i haykırdı;
— Allah’a yemin olsun ki içinizden hiçbiriniz benim kadar şiir bilmez' | Allah’a yemin olsun ki, onun okuduğu şey, o şiir türlerinden hiçbirine I benzemiyor? (bambaşka bir kelâm manzumesidir O!).
Ondan nakledilen başka bir haberde ise şöyle varit olmuştur; Kureyş’in Mekke’de toplanacağı zaman yaklaşınca, o şöyle demiştir; Şimdi 1 her taraftan toplu halde insanlar gelip burada toplanacaklar. Onun hakkında | (Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ’in hakkında) öyle bir fikir ortaya j atın ki, kimse kimseyi yalanlamasın, o fikir etrafında birleşsin!
Aralarında şu konuşma geçti: |
—Pekâlâ ona kâhin diyelim! dediler. ı
—Olmaz; O bir kâhin değildir. Çünkü O’nun okuduğu Kur’ânhiçk^ j hinin konuşmasını ve fısıltısını andırmıyor! dedi.
—Mecnun, deriz...
—Olmaz! Çünkü O bir deh değildir. Deülik eseri ve vesvesesi yok on
. KUR’AN-I KERİM İN NAZMINDAKİ İ CAZI...
—Şair desek mi yoksa?
—O bir air de deldir! Çünkü biz şiirin her çeşidini biliriz; okuduğu kelâm apayrı bir şey! Hiçbirine benzemiyor. Bu durum karşısında biz ona şair dersek bütün Arab kabileleri bize gülerler!
—Sihirbazdır, der, geçeriz!
—Bu da olamaz! Çünkü O sihirbaz (büyücü) değildir. Zira sihirbazın yaptığı hareketlerin hiçbiri onda mevcud değildir.
—Peki, ne diyelim öyleyse, sen söyle!
—Sizin söylediklerinizin hepsi boş sözlerdir. Onun butlânınuı farkına ben hemen varıyorum! Olsa olsa. O, bir sihirbazı andırabilir. Çünkü O, kişi ile oğlu, kişi ile kardeşi; kişi ile eşi, kişi ile kabilesi arasını ayırıyor, onları birbirinden uzaklaştırıyor, dedi.
Onun bu sözünü kabul ettiler, her biri bir tarafa gitti, o Arap toplulukların geleceği yolların üstünde oturup gelenleri Muhammed (salIaUahu aleyhi ve sellem)’e karşı sözümona uyarmaya çalıştılar (777).
Bunun üzerine Allah, Velid'in hakkında şu âyetleri inzâl buyurdu:
“Bir tek (yani nevi şahsına münhasır) olarak yarattığım, kendisine uzun boylu mal ve (yanında ve toplantılarda daima) bulunmak üzere oğullar verdiğim, (yaşayışını, ömrünü, evlâdlarını) yaydığım, (bol bol ihsan ettiğim 0 kâfir adam)’ı bana bırak!” (778).
Utbe b. Rabia Kur’ân’ı dinlediğinde şöyle dedi;
‘ Ey kavmim, biliyorsunuz ki ben hayatta okumadık hiçbir şey bırakmadım. Elime geçen her şeyi okurum. Öyle bir söz dinledim ki, hayatımda onun gibisini görmedim... O ne sihirdir, ne şiirdir ve ne de kehânet! (Bambaşka) bir kelâmdır O!”.
Nadr b. el- Haris de aynı sözleri söylemiştir Kur’ân hakkında...
Ebu Zer (radıyallahu anh)’ın Müslüman oluşu hakkında varit olan hadîs-de, Ebu Zer (radıyallahu anh) kardeşi Uneys’i şöyle vasfetmiştir:
“Kardeşim Uneys’den güçlü bir şair duymadım. Cahiliyette on iki şairi dize getirmiştir, işte ben onlardan biriyim. Mekke’ye gidip gelince, kendisine sordum;
—Muhammed hakkında insanlar ne diyorlar?
—Şair, kâhin ve sihirbaz, diyorlar... Lâkin onun okuduğu (kelâm) onlann dediklerine benzemiyor. Onu bütün şiir çeşitleri ile karşılaştırdım, hattâ benim şiirlerimle de şöyle bir karşı karşıya getirdim, hiç benzemedi, apayrı bir şey 0! Bu sebeble Muhammed doğru söylüyor. Onlar ona iftira ediyorlar ve bile bile yalan söylüyorlar, dedi.” (779).
ihl) İmam Beyhaki, İbn Abbas’dan tahriç eylemiştir. Süyûtî, Shf. 37. 778) Müddesir Sûresi, âyet; 11-14.