estambul tours ve ortaçağ felsefelerim

 estambul tours

estambul tours ve ortaçağ felsefelerim sizlere bugün güzel bilgileri hazırlayan estambul tours dediki Batı’da Hıristiyanlığın ilerlemesi ve Hıristiyan teolojisinin gelişmesi, Hıristiyan yazarların düşüncesinde ilk önce basit görüşlere sonra da Katolik Kilisesinden oluşan bu yeni topluluğun niteliği, etnik gruplarla ilişkileri ve dolayısıyla da genel olarak bütün toplumların niteliği konusunda eksiksiz biçimde geliştirilmiş öğretilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Hıristiyan teolojisinin metafizik tefekkürü etkilediği gibi Hıristiyan Kilisesi de siyaset felsefesini etkilemiştir; fakat metafizik üzerinde en derin izi Eski Ahit bırakmıştır; oysa siyaset felsefesi daha çok İncil ve Aziz Pavlus’un Mek-tupları’nın etkisinde kalmıştır.
Hıristiyanlık Yahudi halkının içinde, bu halk henüz Roma imparatorluğunun bir


parçası iken doğmuştur. Bu çifte olgu, toplumsal bünye konusundaki Hıristiyan gö rûşûyle önceki görüşleri karşılaştırmak için tarihin hangi yönde araştırmalar yapması gerektiğini göstermektedir.
Bizim Yahudi halkı olarak adlandırdığımız şey, sanıldığından çok daha karmaşık bir bünyedir. İlk bakışta birliği tamamen ırksal bir nedenden kaynaklanıyormuş, bu halkın üyeleri birbirine yalnızca kan bağıyla bağlıymış gibi görünmektedir. Aslında gerçekte olan da budur, Yehova İbrahim’e gelecekteki İsrail halkının büyüklüğünü haber verirken ondan sayısız bir zürriyetin çıkacağını vaat etmektedir; bu zürriyetin bahsedilen halk olacağı çok açıktm “Ben ise, işle, ahdim seninledir, ve birçok milletin babası olacaksın. Ve artık adın Abram çağrılmayacak, fakat adın İbrahim olacak; çünkü seni birçok milletin babası ettim. Ve seni ziyadesiyle semereli kılacağım ve senden milletler yapacağım ve senden krallar çıkacaklar.” (Tekvin XVII:3-6). Rab bu vaadini seçilmiş halkın önderlerine sık sık tekrarlar; bu halkın üyeleri, onları ortak atalarına bağlayan bağla birleşmişlerdir ve ortak atanın Tanrı tarafından kutsanmasının meyvelerinden onlar da yararlanır; “Seni ziyadesiyle mübarek kılacağım ve senin zürriye-tini, göklerin yıldızları gibi, deniz kenarında olan kum gibi ziyadesiyle çoğaltacağım (Tekvin xxıi:i7).
. Şu da bir gerçek ki kan bağının dışında İsrail çocuklarını bütün kılan bir başka bağ da vardır: Sünnet. Bu ayin ilk önce Yehova ile halkı arasında mühürlenmiş ahi-din basıl bir işareti ve vaat edilen verimliliğin sembolü olarak emredilmiştir; fakat seçilmiş ırkı gösteren bu işaretin kan bağının yerini alabileceğini ve bunu bağışık tutabileceğini hemen fark etmekleyiz. Bu anlamda Yahudi halkı basit bir ırk değil de bir halktı: İbrahim’in soyundan gelmeden belli ritlere tabi olarak ve bir külte katılarak o inanca girildiği günden itibaren halk olmuştur. Böylece başlangıçtan itibaren Tanrı’-nın halkı belli bir ırkın içinden toplanan, fakat bu ırkla karışmayan bir dinsel topluluk olarak ortaya çıkmaktadır: “Ve aranızda evde doğmuş, yahut senin zürriyetinden olmayıp her yabancıdan para ile satın alınmış olan sekiz günlük her erkek çocuk ne-sillerınizce sünnet olunacaktır. Ve senin evinde doğmuş olan ve senin paranla salın alınmış olan mutlaka sünnet olunacaktır, ve ahdim ebedi bir ahit olarak sizin etinizde olacaktır. Ve gulre etinde sünnet olmamış sünnetsiz bir erkek varsa, o can kendi kavminden kesilecektir; o benim ahdimi bozmuştur” (Tekvin XVII:12-14). Demek ki İbrahim’in soyundan gelip de Tanrı’nın halkına ait olmayanlar da bulunmaktadır ve bu halka dahil olan herkes İbrahim’in soyundan gelmemekledir (Tekvin XVll;27). Bu toplum nasıl oluştu?
Rabb’in özgürce inisiyatifini aldığı ve mühürlemesi önünde hiçbir engel bulun-

mayan bir ahdin sonucudur, içinde bulunan her şeyle birlikle -buna uluslar da dahildir- yerin ve gögün yaratıcısıdır. Mutlak hâkim olarak başkalarından çok bir kavimi neden tercih etmesin ve yalnızca hoşuna gittiği için hoşuna giden kavimi neden seçmesin? “Ve şimdi eğer gerçeklen sözümü dinleyecek ve ahdimi tutacaksanız, bana bütün kavimlerden has kavim olacaksınız, çünkü bütün dünya benimdir ve sız bana kâhinler melekûtu ve mukaddes millet olacaksınız. Senin Israilogullanna söyleyeceğin sözler bunlardır” (Çıkış XIX:5-6). Böylece itaaikârlıgının ve imanın karşılığı olarak ilk önce İbrahim’e verilen söz Ishak’ta yenilenmiştir; çünkü Yehova, babasının itaat-kârlığından dolayı oğlunu da mükâfatlandırmak istemiştir; onun sözüne itaat ettiği, görevlerini, emirlerini, statülerini ve yasalarını yerine getirdiği için antlaşma yapan tarafların hakları ve görevlerinin iyice belirlendiği gerçek bir ahde varılmıştır. Yehova, İbranileri Mısır’daki kölelikten kurtarmaya söz verirken bunları Musa’ya zaten özetlemişti; “Sizi kendim için bir kavim olarak alacağım ve sizin Tann’mz olacağım” (Çıkış Vl:7). Diğer uluslar gibi bütün diğer tanrıların da dışında tutulduğu ve dolayısıyla iki taraflı bir antlaşmadır bu: Tann’nın ulusu ile diğer tüm uluslara karşı onu seçen Tanrı arasında ve Tanrı ile bütün diğer tanrılara karşı kendisine seçtiği ulus arasında yapılmış bir ahittir bu.
Böylesi bir topluma uygun olan tek ad teokrasidir. Yasalarına itaat etlikleri sürece Tanrı’nın yönettiği ve koruduğu “kâhinler halkı”na bundan başka bir ad vermek mümkün müdür? “Yehova’nın kutsadığı bir kavim”dir ve Tanrı yeryüzünde bulunan tüm kavimler arasında has kavmi” olmak üzere onları seçmiştir; bunun nedeni de bu kavmin kalabalık olması değildir: Tam tersine bütün kavimler arasında en az nüfusa onlar sahiptir. Yehova’nın tercihinin nedeni onları sevmesidir ve bu da yeterli bir nedendir. Rab, kendisine seçtiği bu ulusu bir kralın halkını yönettiği gibi yönelmektedir; “Ve bil ki Tanrın Rab, Tanrı olan odtır, kendisini sevenler ve emirlerini tutanlar için bir nesle kadar ahdi ve inayeti koruyan ve kendisinden nefret edenleri yok etmek için yüzlerine karşı ödeyen, sadık Tann’dır” (Tesniye Vll:9-10). Bu tehdit her şeyden önce seçilmiş ulusa yöneliktir, fakat islerse sonuçları önleyebilir; İsrail’e düşman olan uluslara —Hititler, Girgaşlılar, Amorlular, Kenanlılar, Perizliler— gelince semavi karara karşı başvuracakları hiçbir yer yoktur. Yehova, Hivlileri ve Yebusluları boyun eğdireceğine dair İsrail’e söz vermiştir: “Ve Yehova onları [bu ulusları) senin eline teslim ettiğinde ve sen onları vuracağın zaman, onları tamamen yok edeceksin; onlarla ahdetmeyeceksin ve onlara acımayacaksın” (Tesniye Vll:2). Yahudi ulusunun bu emre sadık kaldığını ve düşmanlarına karşı yürüttüğü savaşların genellikle tam bir katliamla sonuçlandığını biliyoruz. (Tesniye Xlll:15-17).

Peygamberler dönemine kadar eski İsrail tarihi, Tanrının evlat edindiği sadıl^ kaldığı takdirde onun tarafından kutsanmış, sadakatsizlik ettiği anda lanetlenmiş bi ulusun tarihi olmuştur: “Ve Rab de sana söylediği gibi onun has kavmi olduğunu las-dik etti, bunun için onun bütün emirlerini tutacaksın; o zaman söylediği gibi Tanrın Rabbe mukaddes bir kavim olasın diye yarattığı bütün milletlerden medihte ve şöhrette ve izzette seni üstün kılacaktır” (Tesniye XXVI:18-19). İlgi çekici bir ifadedir bu, çünkü burada herhangi bir ulusun tanrısının onun uğruna diğer uluslarla ve tanrılarla savaşması değil de tek gerçek Tann’nın özgürce bir ulusu seçmesi ve tüm diğer toplumlar! dışlayacak bir tonlumu onunla birlikte oluşturması söz konusudur. Bu vaatten memnun kalan İsrail, diğer ulusların fethine çıkmıştır; bunu yaparken gerçek Tanrı’ya tapanların yer alacakları ve sürekli genişleyecek dinsel bir topluluğun içine onları da katmaya çabalamaktan çok, köleleştirmeye ve yok etmeye yönelmiştir.
Yahudi halkının bu ilk davranışını en güzel özetleyen ifade, ulus için ve ulus aracılığıyla Tanrı ifadesidir. Bunun tersine İsrail Peygamberleri daha geniş ve daha anlayışlı bir dini tebliğ etmişlerdir. Her ne kadar bu dini tamamen muzaffer kılamamış olsalar da —belki de bunun nedeni kendilerinin de bu dinin tam olarak bilincine varamamalarıdır- idealleri dinsel evrenselcilik yolunda çok önemli bir gelişmeyi göstermekleydi. Yahudiler için zor olan, bir gün Tanrı’nın seçilmiş ulusu terk edebileceğini anlamak değildi; çünkü bu tehdit. Tanrı tarafından benimsendikleri ilk andan beri mevcuttu; asıl zorluk, tek bağı gerçek Tann’ya ortak tapınçtan oluşan ve dolayısıyla hangi ulusa ait olurlarsa olsunlar Yehova’ya tapanların hepsinin bir parçası olacağı dinsel bir topluluğu tasarlamaktaydı. Bu ideal, Yahudilerin tek ve bütün insanların yaratıcısı olan Tanrı tasavvurlarına zorunlu olarak bağlıydı; dolayısıyla önemli İsrail peyğamberlerinin insan türünün dinsel birliği için ortaya çıkabilecek belli sonuçlarıyla birlikle onu algılamaları doğaldır.
Peyğamberler tarafından ulusal dinin yayılması, diğer uluslardaki yıldız biçimli dolayısıyla evrensel ilahların kabulünün yol açtığı yayılmaya hiçbir şekilde benzememekteydi. Bu yıldız ilahlara olan inanç, çoktanrıcılık ve bağdaştırmacılık olarak kalmaktaydı. Oysa Yahudi halkının, Yahova inancına sadık kaldığı ölçüde, dinsel düşüncesinin ayırt edici özelliği, her türlü bağdaştırmacılığa karşı ödünsüz muhalefetiydi. Gerçek Tanrı diğer tanrılarla uzlaşmaz, onları içine çekmez bile, yalnızca onların varlıklarını inkâr ve onları yok eder. Yehovacılığın yayılması, başka inançlarla yavaş yavaş kirlenmesinden değil de, tam tersine bu inancın yav'aş yavaş arınmasından ve derinleşmesinden ileri gelmektedir. Yehova, daha berrak bir biçimde algılanmaya başlandığı anda, yani tanrılar arasında en güçlü tanrı olarak
tek yaraiıcısı olduğu için lek gerçek Tanrı olarak algılandığında, dininin tek bir ulusun sınırları içinde kapalı tutulmasını reddetmek zorunda kalacaktı. Yalnızca Yahu-dilerin değil de bütün insanların yaratıcısı ve babası olan Yehova, yalnızca Yahudile-rin değil tüm insanların Tanrısı olmak hakkına sahipti. İsrail Peygamberlerinin bilinçlerinde yaşanan dram, tamamen buradan doğmuştur. Onlar için, yalnızca İsrail’in vahiy aldığı Tanrı’nın kendi doğası gereği yalnızca Yahudilerin Tanrı’sı olmadığını ve yalnızca onların Tann’sı olarak kalamayacağını anlamak, hatta açıkça tebliğ etmek söz konusuydu.
Bu çeşitli fikirleri birbirine bağlayan bağı İşaya’nın ortaya koyduğundan daha berrak bir şekilde ortaya koymak zor olur. Yeri ve göğü yaratan Tanrı, diğer tanrılar arasında bir tanrı değildir; o bir güneş tanrısı gibi evrensel bir hükümdar değildir, yalnızca onun Tanrı adını taşımaya hakkı vardır. Bu koşullarda nasıl olur da yalnızca İsrail ona inanır? Ve neden yalnızca İsrail Onun tarafından kurtarıldığını iddia edecektir? “Ey sizler, milletlerden kaçıp kurtulanlar, toplanın da gelin, birlikte yaklaşın! Tahtadan oyma putların odununu taşıyanların ve kurtaramayan ilahlara yakaranların bilgisi yoktur. Bildirin ve yaklaştırın; evet, birbiriyle danışsınlar. Kadimden beri bunu işittiren kimdir? Ben, Rab, Yehova, ben değil miyim? Bunları ezelden bu yana duyuran ve uzun zamandır bildiren kim? Ben yani Yahova değil mi? Benden başka Tanrı yok, hak Tanrı ve Kurtarıcı yok. Benden başkası yok. Ey dünyanın dört bucağında-kiler, bana dönün, kurtulursunuz. Çünkü Tanrı benim, başkası yok. Kendimle ant ettim: Her diz önümde çökecek, her dil bana ant edecek, diye söz ağzımdan doğrulukla çıktı ve geri dönmez." (Işaya XLV:20-23). Kuşkusuz İsrail seçilmiş halk görevini henüz gözden kaçırmamıştır; dünyanın kurtuluşu onda ve onun sayesindedir, fakat bu andan itibaren kendisi içinde gerçekleşeceğini umul ettiği şey, dünyanın kurtuluşudur.
Bu yüzden Peygamber, o andan itibaren, Etiyopya halkının kendi dinlerine girmelerini öngörmüştür (Işaya XVIII:7); Mısır toprakları üzerinde beş kent, Kenan dilini konuşacak ve ordular hâkimi Yehova’ya bağlılık andı içecek (Işaya XIX:18); Mısır ülkesinin ortasında Yehova için bir mezbah [sunak] dikilecek (Işaya XIX:19); Yehova kendisini Mısır’a bildirecek “ve o gün Mısırlılar Yehova’yı bilecekler ve kurbanla ve takdime [sunu] ile tapınacaklar” ve Mısır’dan Asur’a büyük bir yol olacağı için İsrail “dünyanın ortasında kutsanmak için” bu iki halka katılacaktır. Orduların Yehova’sı şunu söyleyerek onları kutsayacaktır: “Kavmim Mısır, ellerimin işi Asur ve mirasım İsrail mübarek olsun” (Işaya XIX:21-25). Bu andan itibaren Yahova’nm istediği kurtuluşun yalnızca bir ulusun değil de “bütün ulusların” kurtuluşu
çıkmaktadır. (Işaya XXV:7). Özellikle Yunus Peygamber hikâyesinin anlamı budur ve Mezmurlardan yapılan birçok alıntı bu yorumu desteklemektedir. Eski Ahit yorumcularının hepsi bu olguyu kabul etmişlerdir ve asıl sorun, peygamberler tarafından bu kadar açıkça anlatılan evrensele! idealin neden eski İsrail’in dinsel milliyetçiliğini hemen yok edip yerine geçmediğidir.
Çünkü evrensel bir dinsel topluluğa olan isteğin, en inanmış bu toplumun Yahudi halkı etrafında oluşması gerektiği inancını yok edemediği bir gerçektir. Bunun temsilcilerinde bile, derin ve geçerli nedenleri vardı. Yahova ilk önce bu ulusa açılmıştı, onun ortasında evini yapmıştı, yasasını, inancını ve bütün yeryüzüne bunları yayma görevini ona emanet etmişti. Bunun da ötesinde gücünün harikalarını İsrail’de sunmamış, mucizelerini çoğaltmamış ve sahte tanrılarıyla birlikte diğer ulusları felakete uğratmamış mıydı? Dolayısıyla Kudüs’ü gelecek inancın merkezi olarak görmekten ve İsraillilerle birlikte gerçek Tanrı’ya inananlar toplumunu oluşturmak için Ya-hova’nın sunağının etrafına bütün ulusların toplanmasından daha doğal bir şey olamazdı.
Bu toplumun ikili niteliğini en iyi ifade eden peygamber Işaya’dır. Onun tasarladığı toplum, kendisini evrensel gören ve ortak bağı esas olarak dinsel nitelik taşıyan bir toplumdur. “Benden önce hiçbir Tanrı olmadı ve benden sonra da olmayacaktır” der Yehova. Tek Tanrı olduğu için Yehova, aynı zamanda tek kurtarıcıdır, işte Yahudi halkının tarihi ve yaşantısıyla canlı “tanığı” olduğu dinsel olgu budur (Işaya XLII:9-12; XLlV:6-8). Bu nedenden dolayı da İsrail’in kurtuluş eserine katkıda bulunan her halk, her hükümdar, aynı anda ilahi iradenin aracı gibi Tanrı’nın eserine ortak sayılır. Böylece, Yakup ve İsrail’den dolayı seçilmiş olan ve Yehova tarafından Kudüs tapınağını yeniden inşa etmekle görevlendirilmiş olan Köreşe (Cyrus) Tanrı’nın sevgili kuludur (Işaya XLV:1-7). Işaya’nm ikinci dönem kehanetlerinde perspektiflerin genişlemesi artmıştır. Gizemli “Yehova kulu” imgesi ortaya çıktığı andan itibaren İsrail’in görevi, Tanrı’nın kendisine vaat ettiği kurtuluşu bütün dünyaya duyurmak olmuştur: “Yakup boylarını yeniden inşa etmek ve İsrail’in esirgenmiş olanlarını geri getirmek için bana kul olman bir şey değildir. Seni milletlere de ışık olarak vereceğim ki yerin ucuna kadar benim kurtarışım olasın.” (Işaya XLIX:6). Ama Hıristiyanlığın kolaylıkla Mesih’in gelişinin müjdesini göreceği bu kehanetler, her türlü dünyevi kölelikten ve özel bir halkla yerel bağlardan kurtulmuş evrensel bir dinsel topluluk olanağını öngörmemektedir. “Yehova’nın Kulu" sürekli İsrail’in kurtuluşundan bahsederken, bu kurtuluşu, surları hür bir halkı barındıran veya koruyan yeniden inşa edilmiş bir Kudüs’ün kurtuluşu olarak tasavvur
ri mirasları üzerinde kendi gayretleriyle düzelttikleri yollar boyunca kalabalık sürülerini korkusuzca otlatmaktadırlar. O sırada Israilogulları sayısızdır ve Yehova, kille halinde düşmanlarını bu devasa halka boyun egdirtmişlir (İşaya XLIX:8-25). Aziz Au-gustinus’un daha sonra Tann’nın Devleti’ne benzeteceği bu Kudüs, Eski Ahiı’in kehanetlerinde dünyevi bağlarını henüz kaybetmemiştir. “Yehova’nın Kulu" Kudüs’ün gelecekteki zaferinden bahsettiğinde hâlâ dünyevi bir Yahuda’nın dünyevi başkentini düşünmektedir. Bütün oğulları etrafında toplanacak; bütün dünyanın zenginlikleri oraya akın edecek ve Yehova’nın sunakları üzerinde yığılacaktır;estambul tours “Ve ecnebiler senin duvarlarını yapacaklar, kralları, sana hizmet edecekler.” Şunu da ekleyelim ki bu ulusların ve krallarının başka seçenekleri olmayacaktır: “Çünkü sana kulluk etmeyen millet ve ülke yok olacak; ve o milletler tamamen harap olacak.” (İşaya LX:12). Kısacası İşaya’nm ikinci döneminde bile peygamberin evrenselciliğı Yahudilik olarak kalmıştır. Yahudi halkının dinsel milliyetçiliği, dini bir emperyalizme dönüşerek nitelik değiştirmekten çok yoğunlaşmaktaydı. İsrail, peygamberlerin çağrısına uyarak, tek Tanrı yüce Yehova’nın koruması altında dünyanın dünyevi fethine girişmiştir.
Böyle tasarlanmış evrensel bir topluma ilişkin Yahudi ideali, hem bir iç muhalefeti hem de daha sonra bu tezadı çözmeyi sağlayacak üstün hakikatin tohumunu içinde barındırıyordu. İsrail halkı evrensel bir toplum fikriyle nihai zaferi bütün dünyada düzeni ve barışı sağlayacak bir ırk veya halk fikrini ayırt edemediğini göstermişti. Hedeflenen amacın evrenselliği ile buna ulaşmak için kullanılan araçların son derece yerel özellikler taşıması arasında bir çatışma bulunmaktaydı; çünkü Tevrat metinlerinde her zaman Tanrı halkının dünyayı istila etmesi veya bütün dünyanın TanrTnın halkına boyun eğmesi söz konusudur. Kuşkusuz Peygamberlerin en üstün görüşü, barışın egemen olduğu bir dünya görüşüdür; burada Yunan silelerindekinden daha geniş toplumsal bir idealle karşı karşıyayız; fakat söz konusu barış, bir sitenin diğer siteler üzerinde kazanacağı dünyevi zafere bağlı kalmaktadır; sanki dünyanın birleşmesi, parçalarından yalnızca birinin eseri olacaktır. Bu yüzden İsrail’in mesajı ancak Yahudi özelliklerinden kurtularak ve habercisi olduğu evrensel toplumun hizmetine amacı kadar evrensel bir araç sunarak dünyaya kendisini duyurabilirdi.
İsrail’in bu aracı tarihinin başından beri hissettiğini, halta elde etmesine az kaldığını söyleyebiliriz. Her ne olursa olsun daha sonra dünyaya açık, eksiksiz ve nihai vahyi İsrail’den yükselen bir sesin getirmesi kuşkusuz tesadüf değildir. İsrail emperyalizmini diğer tüm antik emperyalizmlerden ayırt eden özellik, fetih için başvurduğu askeri veya siyasal araçlar hatta ona ilham veren nedenlerin tamamen dinsel nitelikte olması bile değildir; asıl ayırt edici olan, bu dinsel nedenleri diğer tüm dinsel

nedenlerden ayıran kendilerine özgü tabiatlarıdır. Kısacası Yahudi evrenselcılıgımr, verimli tohumu Yahudi tektanrıcılığıydı. Burada özetlemeye çalıştığımız ve bugün bile trajik güncelliğini koruyan bütün tarih, başlangıcını Yahudi halkının dünyaya sunduğu vahiyde bulmaktadır; Tek bir Tann olduğuna göre, tek bir toplum olmak zorundadır. Gerçek olan ve dünyanın henüz anlamının derinliğini kavrayamadığı bu muhteşem vahyin aracı olmak aynı zamanda İsrail halkının başka bir şeyle kıyaslanamaz, benzersiz yüceliğini oluşturmaktadır. Fakat her büyüklüğün bir bedeli vardır ve İsrail’in bedeli de bu büyüklük kadar karşılaştırılamaz ve benzersiz sefaleti olmuştur. Tek bir Tann olduğu için tek bir toplum olması ifadesinden tek bir halk olmalı anlamı çıkmaz. İsrail kendisine verilen görevi karıştırmıştır ve kahinler halkı olarak Tan-rı’mn devletini Tanrı için hazırlamak yerine Tanrı aracılığıyla Tann’nın devleti olmak için çaba göstermiştir. İsrail’in dünyadaki bütün trajik tarihi bu noktada en üst açıklamasını ve bir anlamda da teorik teyidini bulacaktı. İsrail gerçekten evrensel bir toplumun kendinden doğması gerektiğini asla unutmadı, belki de unutmak elinde değildi: Bu toplum tek ve gerçek olan Tann’ya, yani İsrail’in Tann’sına tapanların toplumu olacaktı. Fakat bu toplumu, çevresindeki veya birlikte yaşadığı halklarla çatışmaya girmeden sonsuz bir biçimde genişletilmiş bir İsrail halkı olarak tasavvur etmek mümkün değildir. Bunun da ötesinde Tanrı böyle genişletilmiş bir İsrail halkını, hiç olmazsa onu huzursuz etmek için birleşecek ve onun halkı kadar emperyalist olabilecek halkların veya ırkların tepki olarak evrenselcilik-karşıtı davranışlar sergilemesinden bağışık olarak tasavvur edemezdi. Çünkü yeryüzünde birden fazla seçilmiş halk olamazdı ve başka halkların dünyevi evrensellikleri bir gün belli bir sınıra ulaşabilse de İsrail halkı da kendi özünü ve aynı zamanda davasını inkâr etmeden kendi sınırlarına boyun eğmeyi kabullenemezdi. Eğer Yahudi halkı, ilk dönemindeki halini koru-yabilseydi, yani gerçek Tanrı’nın inancını evrenselleştirmekle yükümlü kâhinler halkı olarak kalabilseydi evrenselleşebilirdi. Diğer halklar hahamlık ayrıcalığını yalnızca Levi kabilesine tanıyarak, kendi halklarının dünyevi tarihini gerçek Tanrı’ya tapanların manevi topluluğunun tarihiyle özdeşleştirme hakkını kaybediyorlardı. O andan itibaren İsrail halkı bir ikilemle karşı karşıya kalmıştır: Diğer halklar arasında bir halk olarak Mesih’in bu dünyada kuracağı gerçekten evrensel toplumla bütünleşecekti ya da özel bir etnik grubu insanlık sınırlarına kadar genişletmek konusunda inat edecekti. Fakat bu seçimin mümkün olması da, doğayı ve dünyayı aşan, bundan dolayı da tüm zamanların ve halkların ortak paydası ve aynı zamanda özel bir etnik -gruplan bağımsız gayeleri gerektirmekteydi.estambul tours İşte Hıristiyan vahyi böyle olacak; ancak bu vahiy sayesinde gerçekten evrensel bir toplum ideali net bir biçimde tasavvur edi-

Yunan felsefesinin böyle bir hareketi meydana getirmesi mümkün değildi. Platon, Devlet çerçevesini aşan sorunları hiç ele almamıştı ve insanlığın “Yunan" ve “barbarlar" şeklindeki Aristotelesçi ayrımı, bütün insanlara açık biricik dinsel topluluk fikrine aykırıydı. Yerel tanrılarından ve onların kültlerinden ayrılmaz olan antik sile ve Roma tanrılarının koruması altında yavaş yavaş genişletilmiş bir siteden başka bir şey olmayan Roma imparatorluğu, bunun doğuşunu doğrudan engellemekteydi. Yahudi halkının evrenselciliği dışında gerçekten evrensek! olarak algılayabileceğimiz iki örnek Büyük İskender ve stoacılardır. Fakat ikisi de Hıristiyan evrenselciliğinden çok farklıydı.
Kuşkusuz stoacılık, Thukydides’de (11:34-46) göründüğü ve Aristoteles’in Poliıika’-smda tanımlandığı şekliyle Antik Şile’nin dar çerçevesinden bir kopuşunu temsil etmektedir. Aristoteles şöyle der; “Vatandaşları, kendilerine ait olarak değil de Devlete ait olarak algılamamız gerekmektedir.” (I337a, 28-29). Bunun tersine Seneca’nın tasavvur elliği şekliyle stoacı bilge ise kendisini tanrıların ve insanların ortak malı olan, belli ve ebedi yasalarla birbirine bağlı ve evrenden başka bir şey olmayan bir kentin vatandaşı olarak görmektedir (Ad Mardam [Marda’yal, 18, 1). Bir kişi kentbaşlık/va-tandaşlık haklarını mı kaybediyor? O zaman insanlık haklarını kullansın, çünkü onun vatanı bir kentin surlarıyla sınırlı değildir, onun vatanı bütün dünyadır: Patnamqae nobis mundum projessi sumus (Hayatın Dinginliği Üzerine, 4, 4). Bundan daha net bir şey yoktur ve Cleanthes’in ilahisinden Marcus Aurelius’un Düşüncelerine kadar metinleri çok rahatlıkla çoğaltabiliriz. Yine de Yunan Devletinin sınırlarım evrene kadar genişleterek ayırt edici özelliklerini kaybetmediğini görmekteyiz. “Kek-rops’un sevgili kenti” kadar “Zeus’un sevgili kenti” de üyelerinin hür kabulüyle inşa edilecek veya korunacak bir toplum değildir. Stoacı evren, metafor şeklinde bir Devlettir; çünkü o olduğu gibi olan ve tüm bölümleri düşünce birliğinin doğal ve ilahi yasasıyla -ki bu yasa da uyum veya dayanışmadır- zorunlu olarak birbirine bağlanmış fiziki bir olgudur. Bu uyum vardır ve evreni tek bir devlet yapan da odur; fakat irademiz bunda etkili değildir ve felsefenin yapabileceği tek şey de bizlere inşa etmemiz gerekmeyen ve bilsek de bilmesek de üyesi olduğumuz bir sitenin vatandaşları olduğumuzu öğretmektir. Plutarkhos, Arrien ve Strabon’un söylediklerine bakacak olursak Büyük İskender bu stoacı fikri kendi askeri emperyalizmi için kullanmaktan başka bir şey yapmamıştır. Üstadı Aristoteles’ten daha kurnaz olan İskender insanları “Yunanlı” ve “barbarlar” şeklinde değil de iyiler ve kötüler şeklinde ayırmaktaydı; görevini de iyilere benzeri gibi ve kötülere yabancı gibi davranarak insan hayatlarım ve

âdetlerim bir aşk kâsesi içinde karıştırarak dünyayı barıştırmak olarak algılamaktaydı. Çünkü ona göre iyiler gerçek Yunanlılardı ve kötüler de gerçek barbarlardı. Kısacası onun ideali, bütün insanların ortak babası olan bir Tanrı’nın çatısı altında, barış ve uyum adına bütün insanları tek bir halk haline getirmekti, der Plutarkhos (De/or-litud. Alex. lAlexandros'un Cesareti Üzerine] 1:8; Vie d’Alex., 27). Demek ki Augustus’un imparator olduğunda mührünün üzerine İskender’in tasvirini koydurması nedensiz değildi. Fakat burada hem Hıristiyanlıktan hem de İşaya’dan ne kadar uzak olduğumuzu görmekteyiz. Nasıl ki İskender Mısır’ın tanrısı olmuştu; Romalılar için Roma’-da. Galyalılar için Lyon’da ve Germenler için Köln’de Augustus tapınakları inşa edilmişti. Bizzat Vergilıus bu külte tanıklık eder; O Meliboce! Deus nobis haec otia Jecii. Namque erit ille mihi semper deus... (Buc., 1:6-8). Bu tür askeri emperyalizmlerin içerdikleri gelecek olanaklarını göz ardı etmeden, çok asil düşünceler kullansalar da dünyaya zorla egemen olma girişimlerini, isteklerin ve fikirlerin özgürce uzlaşmasını temel alan gerçekten evrensel bir toplum idealinden ayırt etmek gerekir.
Kuruluş yasasından dolayı bu toplum, Isa Mesih’e imanı ve vaftiz ayinini temel almaktaydı (Markos XVl:16); Incil’in evrensel vahyi bütün uluslara açık olduğu için (Matta XXVIII:19; Markos XVl:15) bu toplum, başlangıçtan itibaren bir kilise olarak oluşmakta ve bu dünyada varolmayan bir melekutu haber vermekteydi. Daha sonra Petrus ve Pavlus arasında ortaya çıkan tartışma ve Sinagog Kilisesi ile Greklerin (Gen-tils) Kilisesi arasındaki ayrım, Yahudilerin bu ani açı genişlemesini kabullenmekte zorlandıklarını göstermektedir (Galatyalılara Mektup 11:8), fakat Aziz Pavlus’un havariliği sayesinde gerçekten Katolik bir dinsel toplum konusundaki Hıristiyan anlayışı kesin olarak zaferi kazanmıştır. Bu andan itibaren Yahudi halkının dinsel ayrıcalığı Tanrı tarafından şahit seçilmiş olma ayrıcalığı olmuştur (Romalılara Mektup 111:1-2) ve herkes için aynı kurtuluş koşulu, yani Yasaya uymak değil de inancın doğruluğu ge-çerliydi (Romalılara Mektup IV:13-17; IX:6-13).
Demek ki Aziz Pavlus’un tebliğ etmekle yükümlü olduğu “gizem” buydu (Efeslilere Mektup 111:8): “Şöyle ki Grekler de Yahudilerle birlikte mirasa ortaktırlar, aynı bünyenin üyeleridir ve İncil aracılığıyla Mesih İsa’da vaade ortaktırlar.” (Efeslilere Mektup 111:6-7); Çünkü Yahudi ile Grek (Gentil) farkı yoktur, çünkü O hepsinin Rabb’idir” (Romalılara Mektup X:12). “Artık ne Yahudi ne Grek vardır, ne köle ne de azatlı vardır, ne erkek ne de dişi vardır, çünkü Mesih Isa’da siz hepiniz birsiniz.estambul tours” (Galatyalılara Mektup lll;26-28). Bütün inananları -ki iman herkese açıktır- aynı mistik Bedenin parçaları haline getiren bu öğreti yeni toplumun niteliğini kesin bir şekilde belirlemekteydi. Ulusal bir toplum değildi, çünkü İncil bütün uluslara müjdelen-

mişli; aynı zamanda uluslararası bir toplum da değildi, çünkü onun için ne Yahudi ne Grek vardı ve ulusları göz önünde bulundurmamaklaydı; hatta bu ulus-ûsıü bir toplum da değildi; çünkü halkların üstünde, onların bulundukları düzen içinde oluşmamaktaydı; kısacası Incil’in öğretisine uygun yeni melekut bu dünyada değildi; orada yaşamak Göklerde yaşamak anlamına gelmekteydi. Stoacılar kelimenin tam anlamıyla “kozmopolit”ti, yani kozmos (evren) vatandaşıydılar; Hıristiyanlar ise daha çok “uranopoUrıiler [Uranos (gök) vatandaşıydılar]: Conversatio (politeuma) aulem nostra esi in coelis (Filipinlilere Mektup 111:20).
Roma imparatorluğu çok fazla halk çeşidini üstünkörü içine çektiği için, onları özümseyecek vakti bulamamıştı. İmparatorlukta yaşayanları Roma’ya bağlayan bağlar o dönemde bile çok gevşek olduğu için, bu insanlar Hıristiyan dinine girince imparatorlar tarafından yasadışı ilan edilip zulme uğradıklarında ve dışlandıklarında bu bağları iyice çözülmüştü. Fiilen vatansız kaldıkları için kalben de vatansızlığı seçmişlerdir; yedi başlı Şeytanın desteklediği büyük Babil’in herhalde Roma’yı simgelediği Yuhanna’mn Vahyi (Vahiy XVIII-XIX) ve yaptıkları suçların cezası olarak Roma’nın ve Italya’nın tamamen yok edilişini haber veren Cannina Sibyllina'hr da (111:356-362; V-.227 vd.) buna şahitlik etmektedir. Nobis nulla magis res aliena est quam publica diye yazmıştır sakince Tertullianus Apologeticum’unda (paragraf 38) ve şöyle ekler: Unam om-nium rem publicam agnoscimus mundum. Bunu yalnızca Roma imparatorları hissedip endişelenmemişlerdir. Celsus’un Discours vrai [Gerçek Söylev] adlı eseri bu Hıristiyanların zamanla değişmemelerinin imparatorluk için bir parçalanma tehdidi oluşturduğunu açıkça ifade etmektedir ve onları kamu işlerine karşı ilgisiz kalmakla itham ederek kamu işlerine katılmaya çağırmıştır. Celsus’un bu siteminde biraz abarttığını düşünürsek Origenes’in cevabı bu sitemi doğrulamak için yeterlidir; çünkü Celsus’usun suçlamalarını hiçbir şekilde umursamamıştır. Neden Hıristiyanlar imparatorlukla ilgileneceklerdi? Her biri bir vatan gibi (sustema patridos) düzenlenmiş kendi kiliselerine sahiptiler ve ilk önce bu kiliselerle ilgilenmek durumundaydılar.
Bu zihniyet hakkında en iyi bilgiyi, çok daha da ılımlı bir biçimde veren tanık, Lettre â Diognete’in [Diogntte’e Mektup] bilinmeyen yazarıdır. XVI. yüzyıla kadar bu yazı için çok farklı tarihler verilmişti; fakat günümüzde bu eserin II. yüzyılda -yani Justinus’un eserinden az bir zaman sonra- yazıldığı konusunda uzlaşılmaktadır. Bu eserde (Bölüm V-Vl), Augustinus’un eserlerinin temel fikirlerinden biri olacak, yeryü-zündeki vatanların içinde bulunan ve onları yok edecek yerde canlandıran Gök Me-lekutu fikrini görmekteyiz: “Hıristiyanlar, diğer insanlardan ne ikamet ettikleri topraklar ne konuştukları diller ne de alışkanlıklarından dolayı ayrılmaktadırlar. Kendi-
estambul tours sundu..